Ağrılar dört sınıfa ayrılır. İlk ikisi toplumca bilinen klasik ağrılardır. İlki, Parmağımıza inen bir çekiç darbesi sonucu duyulan ağrı. İkincisi vücudumuzun içinden kaynaklanan, romatizma, migren vb. ağrılar. Üçüncü sınıf ağrılar, tuhaf ve mantıkdışı görülen ve olaydan çok uzun bir süre sonra ortaya çıkabilen ağrılardır.
Örneğin, bir kolun kesilmesinden yirmi yıl sonra olmayan kolda ağrı hissedilmesi olayları ile karşılaşılmıştır. Dördüncü sınıf ağrılar ise, doğrudan kişinin ruhsal hali ile ilgili olan hayali ağrılardır. Nedeni hayali de olsa ağrı gerçektir. Bu tip ağrıların yüzde 30’unun ilaç niyetine verilen etkisiz maddelerle giderildiği bilinmektedir.
Baş ağrısını ise diğerlerinden ayrı bir yere koymak gerekir. Yapılan araştırmalara göre, baş ağrılarının yüzde 90’ı kas ağrılarıdır. Ağır bir el çantası ya da omuz çantası taşımak, telefonu çenenin altına sıkıştırarak konuşmak, başın öne eğik olduğu konumda sürekli daktilo yazmak ve okumak gibi hareketlerin boyun ve baş kaslarını etkilemesi, baş ağrılarının en yaygın nedenlerini oluşturmaktadır.
Tarih boyunca ağrıyı gidermek için, sıcak su, kızgın demirle dağlama gibi başka bir ağrı uygulama da dahil olmak üzere çeşitli yöntemler kullanılmıştır. Bunların ortaya koyduğu en önemli yarar, ağrının, oluşum ve engelleme mekanizmasının omurilikte değil, beyinde bulunduğunun saptanması olmuştur.
En kuvvetli bir ağrının bile gerilim durumunda veya tam tersi olan uyku halinde ortadan kalkması, ağrının denetiminde beynin ne kadar büyük bir rolü olduğunu gösterir. Örneğin kimi kazalardan sonra kendileri ile konuşulan yaralı kazazedelerin hiç acı duymadıklarını söyledikleri çok görülür.
Ağrı üzerinde en etkili iki ilaç, haşhaştan elde edilen morfin ile söğüt kabuğundan elde edilen aspirindir. Bu maddeler ağrılı duyuyu uyarmak yerine, ağrının hissedilmesini engeller. Ağrı özellikle insanları ilgilendirir. Bize ağrı çektiren olayların çoğu hayvanlarda görülmez.
Ağrılar dört sınıfa ayrılır. İlk ikisi toplumca bilinen klasik ağrılardır. İlki, parmağımıza inen bir çekiç darbesi sonucu duyulan ağrı. İkincisi, vücudumuzun içinden kaynaklanan, romatizma, migren vb. ağrılar. Üçüncü sınıf ağrılar, tuhaf ve mantıkdışı görülen ve olaydan çok uzun bir süre sonra ortaya çıkabilen ağrılardır. Örneğin, bir kolun kesilmesinden yirmi yıl sonra olmayan kolda ağrı hissedilmesi olayları ile karşılaşılmıştır. Dördüncü sınıf ağrılar ise, doğrudan kişinin ruhsal hali ile ilgili olan hayali ağrılardır. Nedeni hayalide olsa ağrı gerçektir. Bu tip ağrıların yüzde 30’unun ilaç niyetine verilen etkisiz maddelerle giderildiği bilinmektedir.
Baş ağrısını ise diğerlerinden ayrı bir yere koymak gerekir. Yapılan araştırmalara göre, baş ağrılarının yüzde 90’ı kas ağrılarıdır. Ağır bir el çantası ya da omuz çantası taşımak, telefonu çenenin altına sıkıştırarak konuşmak, başın öne eğik olduğu konumda sürekli daktilo yazmak ve okumak gibi hareketlerin boyun ve baş kaslarını etkilemesi, baş ağrılarının en yaygın nedenlerini oluşturmaktadır.
Tarih boyunca ağrıyı gidermek için, sıcak su, kızgın demirlerle dağlama gibi başka bir ağrı uygulama da dahil olmak üzere çeşitli yöntemler kullanılmıştır. Bunların ortaya koyduğu en önemli yarar, ağrının, oluşum ve engelleme mekanizmasının omurilikte değil, beyinde bulunduğunun saptanması olmuştur.
En kuvvetli bir ağrının bile gerilim durumunda veya tam tersi olan uyku halinde ortadan kalkması, ağrının denetiminde beynin ne kadar büyük bir rolü olduğunu gösterir. Örneğin kimi kazalardan sonra kendileri ile konuşılan yaralı kazazedelerin hiç acı duymadıklarını söyledikleri çok görülür.
Ağrı üzerinde en etkili iki ilaç, haşhaştan elde edilen morfin ile söğüt kabuğundan elde edilen aspirindir. Bu maddeler ağrılı duyuyu uyarmak yerine, ağrının hissedilmesini engeller. Ağrı özellikle insanları ilgilendirir. Bize ağrı çektiren olayların çoğu hayvanlarda görülmez.
Bu kokuların nedenleri ağza veya boğaza bulaşan alkol, ağızda dişlerin arasında kalan yiyecekler değildir. Onlar ağzın yıkanması ile giderilebilir. Bu kokular mideden de gelmez, çünkü yiyecek gitmediği zamanlarda yemek borusunun ucu hep kapalıdır. Tüm bu alkol ve kokulu yiyeceklerin molekülleri midedeki hazım sırasında mide duvarından geçerek kana karışır. Böylece akciğerlere ulaşarak nefesle beraber çevreye yayılırlar.
Trafik denetlemelerinde yapılan alkol testlerinde, nefesteki dolayısıyla kandaki alkol miktarı ölçülür. Cihaza üflemeyle dışarı verilen havanın 2.000 santimetreküpü kanda bulunan alkol miktarını gösterir. Bu oran, alınan alkol miktarının kişinin ağırlığına bölünmesi ve erkeklerde 0.7, kadınlarda ise 0.6 katsayısının çarpılması ile hesaplanabilir.
Bu katsayılar arasındaki farkın nedeni, aynı vücut ölçüleri ve yağ oranlarına sahip bir kadın ve erkek üzerinde yapılan deneylerde, her ne kadar alkolün yüzde 20’si midede, yüzde 80’i ince bağırsaklarda kana karışsa da, kadınlarda alkolün midede daha az parçalanarak kana karışım oranının yüzde 30 daha fazla olması, kadınların daha çabuk sarhoş olmaları ve sarhoşluğun daha uzun sürmesinin gözlemlenmesidir.
Bir kadeh sek rakı veya iki bardak şarap kanda 40 gram alkol bulunması anlamına gelir. Böyle bir doz 75 kilo ağırlığındaki erkekte 40((75XO,7)=0.76 gr/litre sonucunu verir ki, trafikteki yasal limiti aşar.
Bu miktarda alkolü 60 kilo ağırlığındaki bir kadın aldığında suçlu olur, çünkü hesaba göre kanında 40( (60x0,6)= 1.1 gr/litre alkol çıkar.
İnsanlarda bir litre kandaki alkol oranı 0,5 gramı geçtikten sonra refleksler yavaşlar, sürücü bilincine hakim olamaz. Bu da ciddi kazalara yol açar.
Bu kokuların nedenleri ağza veya boğaza bulaşan alkol, ağızda dişlerin arasında kalan yiyecekler değildir. Onlar ağzın yıkanması ile gideribilir. Bu kokular mideden de gelmez, çünkü yiyecek gitmediği zamanlarda yemek borusunun ucu hep kapalıdır. Tüm bu alkol ve kokulu yiyeceklerin molekülleri midedeki hazım sırasında mide duvarından geçerek kana karışır. Böylece akciğerlere ulaşarak nefesle beraber çevreye yayılırlar.
Trafik denetlemelerinde yapılan alkol testlerinde, nefesteki dolayısıyla kandaki alkol miktarı ölçülür. Cihaza üflemeyle dışarı verilen havanın 2.000 santimetreküpü kanda bulunan alkol miktarını gösterir. Bu oran, alınan alkol miktarının kişinin ağırlığına bölünmesi ve erkeklerde 0.7, kadınlarda ise 0.6 katsayısının çarpılamsı ile hesaplanabilir.
Bu katsayılar arasındaki farkın nedeni, aynı vücut ölçüleri ve yağ oaranlarına sahip bir kadın ve erkek üzerinde yapılan deneylerde, her ne kadar alkolün yüzde 20’si midede, yüzde 80’i ince bağırsaklarda kana karışsa da, kadınlarda alkolün midede daha az parçalanarak kana karışım oranının yüzde 30 daha fazla olması, kadınların daha çabuk sarhoş olmaları ve sarhoşluğun daha uzun sürmesinin gözlemlenmesidir.
Bir kadeh sek rakı veya iki bardak şarap kanda 40 gram alkol bulunması anlamına gelir. Böyle bir doz 75 kilo ağırlığındaki erkekte 40(75*0,7)=0,76 gr/litre sonucunu verir ki, trafikteki yasal limiti aşar.
Bu miktarda alkolü 60 kilo ağırlığındaki bir kadın aldığında suçlu olur, çünkü hesaba göre kanında 40(60*0,6)=1,1 gr/litre alkol çıkar.
İnsanlarda bir litre kandaki alkol oranı 0,5 gramı geçtikten sonra refleksler yavaşlar, sürücü bilincine hakim olamaz. Bu da ciddi kazalara yol açar.
Konum: Güney Pasifik Okyanusu’nda adalar grubu.
Coğrafi konumu: 14 20 Güney enlemi, 170 00 Batı boylamı.
Haritadaki konumu: Okyanusya.
Yüzölçümü: toplam: 199 km².
Kara: 199 km².
Su: 0 km².
Sınırları: 0 km.
Sahil şeridi: 116 km.
İklimi: Tropikal deniz iklimi, güneydoğudan hafif rüzgarlar esmekte; Kasım - Nisan ayları yağışlı, Mayıs - Ekim ayları kuru geçer.
Arazi yapısı: Dik kayalıklı beş volkanik ada, sınırlı kıyı ovaları, iki mercan adası yer almaktadır.
Deniz seviyesinden yüksekliği: en alçak noktası: Pasifik Okyanusu 0 m.
en yüksek noktası: Lata dağı 964 m.
Doğal kaynakları: Sünger taşı.
Arazi kullanımı: tarıma uygun topraklar: %10.
Otlaklar: %10.
Ormanlık arazi: %70.
Diğer: %10 (2005 verileri).
Doğal afetler: Aralık - Mart ayları arasında ortaya tufanlar çıkmaktadır.
Nüfus Bilgileri
Nüfus: 57,794 (Temmuz 2006 verileri).
Yaş yapısı: 0-14 yaş: %34.7 (erkek 10,388; kadın 9,654).
15-64 yaş: %62.4 (erkek 18,698; kadın 9,654).
65 yaş ve üzeri: %2.9 (erkek 633; kadın 1,071) (2006 verileri).
Nüfus artış oranı: %-0.19 (2006 verileri).
Mülteci oranı: -21.11 mülteci/1,000 nüfus (2006 verileri).
Cinsiyet oranı: doğumlarda: 1.06 erkek/kadın.
15 yaş altı: 1.08 erkek/kadın.
15-64 yaş: 1.08 erkek/kadın.
65 yaş ve üzeri: 0.59 erkek/kadın.
Toplam nüfusta: 1.06 erkek/kadın (2006 verileri).
Bebek ölüm oranı: 9.07 ölüm/1,000 doğan bebek (2006 tahmini).
Ortalama hayat süresi: Toplam nüfus: 76.05 yıl.
Erkeklerde: 72.48 yıl.
Kadınlarda: 79.82 yıl (2006 verileri).
Ortalama çocuk sayısı: 3.16 çocuk/1 kadın (2006 tahmini).
Ulus: Amerikan Samolilisi.
Nüfusun etnik dağılımı: Samoliler (Polonezler) %89, Beyaz ırklar %2, Tongan %4, diğer %5.
Dinler: Hıristiyanlar %50, Roma Katolikleri %20, Protestanlar ve diğer %30.
Dil: Samoaca, İngilizce.
Okur yazar oranı: 15 yaş ve üzeri bilgiler.
Toplam nüfus: %97.
Erkeklerin: %98.
Kadınların: %97 (1980 verileri).
Yönetimi
Ülke adı: Resmi adı: American Samoa.
kısaltma: AS.
ingilizce: American Samoa.
Başkent: Pago Pago.
Bağımsızlık günü: yok (ABD yönetiminde).
Milli bayram: Bayrak günü, 17 Nisan (1900).
Anayasa: 1966’da imzalanmış, 1967 yürürlüğe girmiştir.
Üye olduğu uluslararası örgüt ve kuruluşlar: ESCAP (Asya ve Pasifikler Ekonomik ve Sosyal Komisyonu), Interpol (Uluslararası Polis Teşkilatı), IOC (Uluslararası Olimpiyat Komitesi), SPC (Güney Pasifik Komisyonu).
Ekonomik Göstergeler
Ekonomiye genel bakış: Toprakların %90’ı halka aittir. Ekonomik aktiviteler ABD’ye kuvvetli şekilde bağlıdır ve ABD Amerikan Samoa’sının diş ticaret hacminde büyük rol oynamaktadır. Ton balığı üretimi ve ihracatı Amerikan Samoa’sı ekonomisinin en başlıca unsurlarından biridir.
İş gücü: 17,630 (2005).
Sektörlere göre işgücü dağılımı: devlet %33, ton balığı avcılık ve üretimi %34, diğer %33.
İşsizlik oranı: %29.8 (2005).
Bütçe: gelirler: 121 milyon $; Giderler: 127 milyon $.
Endüstri: Tonbalığı üretimi, el sanatları.
Elektrik üretimi: 130 milyon k
tıp kansızlık
Kanda alyuvar sayısının ve hemoglobin miktarının azalmasından ileri gelen bir hastalık durumu.
Her bir gözün derinliği 3 santimetre, duvar kalınlığı ise milimetrenin yüzde beşi kadardır. Bu kadar ince duvar kalınlığına rağmen altıgen yapı nedeniyle büyük bir direnç kazanırlar ve arıların depoladıkları kilolarca balı rahatlıkla taşıyabilirler.
Arıların petek gözlerini kusursuz bir şekilde altıgen yapmalarının başka sebepleri de vardır. Eğer beşgen, sekizgen veya daire şekillerini seçselerdi bitişik gözler arasında boşluklar kalacak, işçi arılar fazla mesai yaparak ve daha fazla balmumu harcayarak bu boşlukları doldurmak zorunda kalacaklardı.
Gerçi üçgen veya kare yapsalardı bu boşluklar olmayacaktı ama altıgenin bir başka özelliği daha vardır. Alanları aynı olan üçgen, kare ve altıgen şekillerden toplam kenar uzunluğu en az olanı altıgendir. Yani aynı miktarda balmumu ile daha çok altıgen odacığın kenarı çevrilebilir.
Aslında matematiğin, geometrinin ve simetrinin en kusursuz örnekleri sadece bal peteklerinde değil doğanın her yerinde görülebilir. Ancak bizler günlük hayatın hayhuyu içinde bu mükemmelliğin farkına varamayız.
Kar taneciklerinin hepsi birbirlerinden farklı altıgen şekilleri, tohumların dizilişlerindeki spiraller, mineral krislallerindeki geometrik yapılar ve değişmez açılar, tavus kuşunun kuyruğundaki lekeler, sümüklü böceğin kabuğu, örümcek ağları, tüm bunlar görünümü olarak kusursuz olmalarına karşın müthiş bir matematik düzen de gösterirler.
Papatyanın ortasındaki sağ spirallerin sayısının 21, sol spirallerin ise 34 olması, Himalaya çamının kozalaklarındaki pulların aynı şekilde 5 sağ, 8 sol spiral oluşturması, kara çam kozalaklarında ve ananas meyvesinde ise 8 sağ, 13 sol spiral bulunması tesadüf değildir elbette.
Leonardo Fibonacci (1170-1250) isimli büyük matematik ustası ta o yıllarda, her sayının kendinden önce gelen iki sayının toplamı olduğu bir dizi geliştirdi;
1, 1, 2, 3, 5. 8, 13, 21, 34, 55, 89, 144, 233, 377, 610, ...
Dikkat ederseniz yukarıda verilen sağ, sol spiral sayıları, bu dizide artarda yer alan sayılardır.
Bu dizinin ilginç bir yanı da on ikinci terimden yani 144’den sonraki ardışık sayıların birbirlerine oranlarının (233/144 = 377/233 = 610/377) 1,61803 olması, 5. Sayı ile 12. Sayı arasındaki oranların da bu sayıya çok yakın olmalarıdır.
15. Yüzyılın ikinci yarısında yaşamış matematikçi Pacial Luca tabiatta daima kenarları arasında 1,618 oranı bulunan bir dikdörtgen bulunduğunu, hatta insan vücudunun da bu oranda yaratıldığını ileri sürüyor, mahkeme tarafından yakılma tehlikesine karşı da Leonardo da Vinci’nin çizimlerini göstererek meydan okuyordu. Zamanın heykeltraşlanın heykellerinde de bu oranı kullandıklarını belirtmeleri üzerine bu oran ‘Tanrısal Oran’ olarak da anılmaya başlandı.
Aslında atlar için takılan gözlük, şekil olarak bile gözlüğe benzemez, onların görüş kapasitelerini arttırmak için değil aksine azaltmak için takılır.
Atın evcilleştirilmesi, insanın dostu olarak en ağır işlerde yardımcı olması, binek hayvanı olarak daha uzak yerlere ulaşmasını sağlaması, savaşlarda ölüme beraber gitmesi o kadar eskilere dayanır ki bildiğimiz atın yabani soyu hakkında hiçbir bilgi yoktur. Bugün steplerde yaşlı bir aygırın önderliğinde sürüler halinde yaşayan ve yabani olarak nitelendirilen atların evcil atlardan türeme oldukları herkes tarafından kabul edilir.
Canlıların gözlerinin algılayıp beyine bildirdikleri üç ana husus vardır: Biçim, renk ve mesafe. Özellikle avcı olmayan otobur hayvanlar için tehlikeyi uzaktan sezip, iyi bir mesafe tahmini yaparak kaçabilmek çok önemlidir.
Atlar her iki yandaki gözleri sayesinde hem Önlerini hem de arkalarını görme yeteneğine sahiptirler. Ne var ki gözleri birbirlerinden çok uzaktadırlar. Bu da at için cisimlerin mesafelerini tespit bakımından büyük bir zafiyet yaratır.
At arkasından ya da yandan yaklaşan tehlikeyi görür ama tehlikenin ne kadar yakın veya uzakta olduğunu kavrayamaz. Nesneleri neredeyse iki misli büyük gören at tehlikeyi olduğundan daha yakındaymış gibi algılar. Bu nedenle de sürekli endişe içindedir.
Yarış atlarına koşu sırasında yandaki hemcinslerinden ürkmemeleri için yan taraflarını görmelerini engelleyecek gözlükler konulurken at arabalarını çekenlere sadece önlerini görmeleri, diğer yönlerde olan hareketlerden etkilenmemeleri için gözlük takılır. Yani at gözlüğü ile bakmak insan için olumlu bir davranış değildir ama atlar için durum farklıdır.
Aslında atlar için takılan gözlük, şekil olarak bile gözlüğe benzemez, onların görüş kapasitelerini arttırmak için değil aksine azaltmak için takılır.
Atın evcilleştirilmesi, insanın dostu olarak en ağır işlerde yardımcı olması, binek hayvanı olarak daha uzak yerlere ulaşmasını sağlaması, savaşlarda ölüme beraber gitmesi o kadar eskilere dayanır ki bildiğimiz atın yabani soyu hakkında hiçbir bilgi yoktur. Bugün steplerde yaşlı bir aygırın önderliğinde sürüler halinde yaşayan ve yabani olarak nitelendirilen atların evcil atlardan türeme oldukları herkes tarafından kabul edilir.
Canlıların gözlerinin algılayıp beyine bildirdikleri üç ana husus vardır: Biçim, renk ve mesafe. Özellikle avcı olmayan otobur hayvanlar için tehlikeyi uzaktan sezip, iyi bir mesafe tahmini yaparak kaçabilmek çok önemlidir.
Atlar her iki yandaki gözleri sayesinde hem Önlerini hem de arkalarını görme yeteneğine sahiptirler. Ne var ki gözleri birbirlerinden çok uzaktadırlar. Bu da at için cisimlerin mesafelerini tespit bakımından büyük bir zafiyet yaratır.
At arkasından ya da yandan yaklaşan tehlikeyi görür ama tehlikenin ne kadar yakın veya uzakta olduğunu kavrayamaz. Nesneleri neredeyse iki misli büyük gören at tehlikeyi olduğundan daha yakındaymış gibi algılar. Bu nedenle de sürekli endişe içindedir.
Yarış atlarına koşu sırasında yandaki hemcinslerinden ürkmemeleri için yan taraflarını görmelerini engelleyecek gözlükler konulurken at arabalarını çekenlere sadece önlerini görmeleri, diğer yönlerde olan hareketlerden etkilenmemeleri için gözlük takılır. Yani at gözlüğü ile bakmak insan için olumlu bir davranış değildir ama atlar için durum farklıdır.
Sola kavis çizerek koştuklarında, sağ ayak dışarıda kalır. Özellikle kısa mesafe koşularında, pistin köşelerinde koşucular hafif içe meylederek koştukları için sağ ayağa daha çok yük biner ve koşucu bu kuvvetli ayağı ile sola doğru daha rahat koşar.
İnsanların çoğu sağ ellerini kullanırlar. Erkeklerin sadece yüzde 5’i, kadınların ise yüzde 3’ü solaktır. Çoğunluğun rahatı düşünüldüğü için de atletler pistte saat yönünün aksi yönde koşarlar. Tabii bu durumda ve özellikle 400 metre koşularında solakların şansı biraz azalmış oluyor.
Sola kavis çizerek koştuklarında, sağ ayak dışarıda kalır. Özellikle kısa mesafe koşullarında, pistin köşelerinde koşucular haifif içe meylederek koştuları için sağ ayağa daha çok yük biner ve koşucu bu kuvvetli ayağı ile sola doğru daha rahat koşar.
İnsanların çoğu sağ ellerini kullanırlar. Erkeklerin sadece %5’i, kadınların ise %3’ü solaktır. Çoğunluğun rahatı düşünüldüğü için de atletler pistte saat yönünün aksi yönde koşarlar. Tabii bu durumda ve özellikle 400 metre koşularında solakların şansı biraz azalmış oluyor.
Peki bu oluşum içinde ayın görevi nedir? Nasıl oluştuğu ve dünyanın yörüngesine nasıl girdiği hala büyük bir sır olan Ay’ın bu mükemmel düzen içindeki yeri nedir? Yaşamın oluşmasına ne katkısı vardır? Ay olmasaydı ne olurdu?
Dünyadaki yaşam koşulları bakımından Ay’dan kaynaklanan hiçbir olumsuz etken yoktur. Yani Ay’ın varlığının hiç bir zararı yoktur. Ya yararı?
Ay’ın dünya üzerindeki en büyük etkisi, çekim gücü nedeniyle onun kendi etrafındaki dönüş hızını yavaşlatıp, bildiğimiz günlük periyoduna getirmesidir. Ay’ın olmaması dünyanın dönüş hızının artmasına, yaklaşık 15 saatlik bir gün süresinin oluşmasına sebep olacak, günler kısalacak, canlılardaki biyolojik saat alt üst olacak, yaşam biçimleri ve yapılan farklılaşabilecek buna ayak uyduramayanlar yok olacak, fırtına, kasırga gibi atmosferik olaylar çok şiddetlenecekti.
Neyi değiştireceği bilinmez ama Ay’ın yokluğunda artık Ay ve Güneş tutulmaları da olmazdı. Dünya üzerindeki gel-git olaylarının yüzde 70’i Ay’dan, diğer yüzde 30’u ise Güneş ve gezegenlerden kaynaklandığı için Ay olmayınca, gel-git olayları da yüzde 70 azalırdı.
Denizlerdeki gel-git olayı en çok Kanada’da Fundy körfezinde meydana gelir. Bu sırada deniz 15,4 metre yükselir. Bu olay Manş sahillerinde 11,5 metre, Çanakkale Boğazı’nda 5-6 santimetre olup İstanbul Boğazı’nda pek hissedilmez. Ay’ın etkisiyle yalnız denizler değil karalar da hareketlenir. Kara parçalarında saptanan en büyük yükselme ise 50 santimetredir.
Astronomik gözlemlerde nasıl atmosferimiz iyi görüş almamıza mani teşkil ediyorsa Ay’ın ışığı da öyledir. Öyleyse Ay’ın olmaması bu konuda faydalı olacaktı. Dünya’nın yörünge hareketindeki Ay’dan kaynaklanan küçük salınım hareketleri yavaş yavaş ortadan kalkacak ama dünyanın dönme ekseni bundan pek etkilenmeyecekti.
Ay uzay boşluğunda başıboş gezen göktaşlarına karşı bir kalkan görevi yaptığından, yokluğunda dünya yüzeyine daha fazla göktaşı düşebilecekti.
Ay olmayınca etkinliklerini geceleri Ay ışığında sürdürebilen bir çok canlı türü de bunu yapamayacaklardı. Ay olmasaydı insanların dolunaydan etkilenmesi ve kurt adam hikayeleri de ortadan kalkacak ama en önemlisi romantik çiftlerin el ele tutuşup seyrettikleri, gökyüzündeki o muhteşem manzara olmayacaktı.
Konum: Karayipler’de Kuzey Atlas Okyanusunda adalar grubu Florida eyaletinin güneydoğu kıyısı açıklarında Küba ve Hispaniola`nın kuzeyinde yer alır.
Coğrafi konumu: 24 15 Kuzey enlemi 76 00 Batı boylamı.
Haritadaki konumu: Orta Amerika ve Karayipler.
Yüzölçümü: toplam: 13940 km².
Kara: 10070 km².
Su: 3870 km².
Sınırları: 0 km.
Sahil şeridi: 3542 km.
İklim: İki mevsimli yumuşak astropik iklimi büyük ölçüde Stream Körfezi Akıntısı ile Atlas Okyanusu meltemlerinin etkisi altındadır. Kasırga mevsimi Temmuz ortalarından kasım ortalarına kadar sürer.
Arazi yapısı: Bahamalar güney ve batısındaki karalardan derin kanallarla ayrılan bir denizaltı yükseltisinin su üstüne çıkmış uzantılarından oluşur. Adaların kıyıları mercan kayalıklarıyla çevrilidir.
Deniz seviyesinden yüksekliği: en alçak noktası: Atlas Okyanusu 0 m; en yüksek noktası: Alvernia dağı 63 m.
Doğal kaynakları: tuz kereste tarıma elverişli topraklar.
Arazi kullanımı: tarıma uygun topraklar: %1.
Otlaklar: %0.
Ormanlık arazi: %32.
Diğer: %67 (2005 verileri).
Doğal afetler: Tropikal kasırgalar su baskınlarına neden olarak zarar vermektedir.
Nüfus Bilgileri
NüfuSu: 303770 (2006).
Yaş yapısı: 0-14 yaş: %27.5 (erkek 41799; kadın 41733).
15-64 yaş: %66.1 (erkek 98847; kadın 102074).
65 yaş ve üzeri: %6.4 (erkek 7891; kadın 11426) (2006 verileri).
Nüfus artış oranı: %0.64 (2006 verileri).
Mülteci oranı: -2.17 mülteci/1000 nüfus (2006 tahmini).
Cinsiyet oranı: doğumlarda: 1.02 erkek/kadın.
15 yaş altı: 1 erkek/kadın.
15-64 yaşlarında: 0.97 erkek/kadın.
65 yaş ve üzeri: 0.69 erkek/kadın.
Toplam nüfusta: 0.96 erkek/kadın (2006 verileri).
Bebek ölüm oranı: 24.68 ölüm/1000 doğan bebek (2006 tahmini).
Ortalama hayat süresi: Toplam nüfus: 65.6 yıl.
Erkeklerde: 62.24 yıl.
Kadınlarda: 69.03 yıl (2006 verileri).
Ortalama çocuk sayısı: 2.18 çocuk/1 kadın (2006 tahmini).
HIV/AIDS - hastalıklarına yakalanan yetişkin sayısı: %3 (2003 verileri).
HIV/AIDS - hastalıkları taşıyan insan sayısı: 5600 (2003 verileri).
HIV/AIDS - hastalıklarından ölenler: 200 (2003 verileri).
Ulus: Bahama.
Nüfusun etnik dağılımı: Siyah ırk %85 beyaz ırk %12 Asyalılar ve Hispaniola’lılar.
Din: Baptistler %32 Anglikanlar %20 Roma Katolikleri %19 Methodistler %6 diğer %23.
Dil: İngilizce(resmi) Creole (hem Avrupa hem de Asya soyundan gelen kişilerin konuştuğu dil).
Okur yazar oranı: 15 yaş ve üzeri bilgiler.
Toplam nüfus: %95.6.
Erkek: %94.7.
Kadın: %96.5 (2003 verileri).
Yönetimi
Ülke adı: Bahama.
ingilizce: Bahamas The.
Yönetim Biçimi: meşruti monarşi.
Başkent: Nassau.
İdari bölümler: 21 bölge; Acklins ve Crooked Adaları Bimini Cat Adaları Exuma Freeport Fresh Creek Governor›s Limanı Green Turtle Cay Harbour Adası High Rock Inagua Kemps Bay Long Adası Marsh Limanı Mayaguana New Providence Nicholls Şehri ve Berry Adaları Ragged Adası Rock Sound Sandy Burunu San Salvador ve Rum Cay.
Bağımsızlık günü: 10 Temmuz 1973.
Milli bayram: Kur
Genellikle yemeklerde içkiye veya suya atılmak için bu küpçükler bir kap içersinde getirilir. Bir süre sonra bir tanesini almak istediğimizde, bir kaçı birbirlerine yapışmış olarak gelirler, bunları birbirlerinden ayırmak da hayli zor olur.
Bir kabın içinde veya bardakta bulunan bazlar üst üste yığıldıklarında her biri altındakine değdiği noktada bir basınç oluşturur ve bu noktadaki çok küçük bir kısım erir. Buradan hareket eden su çok az yanda bu iki buz küpçüğünün birbirine en yakın olduğu noktada tekrar donar, iki küpçük arasında sanki kaynak yapılmış gibi çok güçlü bir bağ oluşturur. Artık ikisi tek bir parça gibi olduklarından bu noktadan tekrar erimeleri de mümkün değildir.
Bir buz küpünü buzluktan doğrudan elimizle almaya kalkıştığımızda da elimize yapışır. Bu nedenle buzlukta suyu dondurmada kullanılan kapların çoğu plastiktir. Peki elimizi veya dilimizi bir buz parçasına veya çok soğuk bir metal yüzeye değdirince niçin yapışıp kalıyor?
Bunun nedeni parmaklarımızın ve dilimizin ucunda daima çok ince bir nem tabakasının olmasıdır. Bu tabaka çok soğuk bir cisimle temas ettiğinde anında donar. Örneğin çok soğuk, sıfırın altındaki bir sıcaklıkta bir bayrak direğine dilinizle dokunursanız, metaller çok iyi iletken olduklarından direk hemen üzerindeki ısıyı dilin üzerindeki nem tabakasına yansıtır, dilin üzerindeki bu nem tabakasının donmasına sebep olur. Artık direk ile dilin arasında her iki yüzeye de yapışmış buzdan bir bağ vardır.
Sonuç olarak çok soğuk havalarda dilinizle metal yüzeylere dokunmayın. Belki dilinizi çekerek kurtarabilirsiniz ama bir daha ömür boyu yediklerinizden tat alamazsınız.
Elmas gibi değerli bir taş cam kesmede nasıl kullanılıyor?
Antik Çağ’da elmasın insanları görünmez yaptığına, kötü ruhları kovduğuna ve kadınları cinsel açıdan etkilediğine inanılıyordu. Günümüzde ise mücevherlerin bu kraliçesi, aşkın, çekiciliğin ve zenginliğin simgesidir.
Elmas aslında saf karbondan başka bir şey değildir. Elması yakabilecek yüksek ısıya çıkılabilse hiç kül bırakmadan yanar. Tamamen karbon olan yapısına rağmen mineraller içinde en serti olanıdır. Genelde renksizdir ama hafif sarımsı gri veya yeşilimsi de olabilir. Işığı kırma, yansıtma ve renk dağıtma özelliği kuvvetlidir. Bu özelliklerinden dolayı çok kıymetlidir. Elmasın değeri rengine, saflığına ve işleniş şekline de bağlıdır.
Peki elmas bu kadar değerli ve az bulunan bir mineral ise nasıl oluyor da cam kesmede, sert metalleri işleme ve delmede, torna ve matkap uçlarında bol miktarda kullanılabiliyor? Nasıl oluyor da en küçük bir parçası bile bir servet olan bu taş köşedeki camcının cam kesme bıçağının ucunda bulunabiliyor?
Aslında elması iki ayrı şekilde düşünmek gerekmektedir: Süs taşı olarak ve endüstride. Süs taşı olan elmasın değeri dört ‘C’ ile belirlenir. Bunlar; ‘Carat=ağırlık’, ‘Clarity=şeffaflık’, ‘Colour=renk’ ve ‘Cut=işleniş’dir. Doğada bulunan elmasın büyüklüğü çok seyrek olarak bir santimetrenin üstündedir. Bugüne kadar bulunan en büyük elmas 621 gram gelen Cullian’dır.
Süs taşı üretimlerinin yan ürünleri ile süs eşyasına uygun olmayan doğal elmaslar endüstride değerlendirilmektedir. Piyasadaki elmas uçlar aslında elmas kumu olarak adlandırılan bulanık elmaslardır. ‘Karbonado’ denilen bu ince taneli, kok görünümlü elmaslar sondaj makinelerinde en sert taşları bile delmede kullanılabilirler.
Endüstrinin bu tür elmas uçlara olan talebi devamlı artarken, üretimin artmaması yapay elmas üretimini gündeme getirmiştir. Yapay elmas üretme tekniğinde prensip, yüksek basınç ve sıcaklıkla grafiti elmasa dönüştürmektir.
Daha düşük basınçta da, gaz fazındaki karbondan yapay elmas elde edilebilmiş olup lens ve cam kaplamalarında, hoparlör diyafram kaplamalarında (paraziti azaltmada), optik aletler ve transistör telleri üretiminde ve diğer bir çok değişik alanlarda kullanılmaktadır.
Süs elması olarak da 0,2 gramın üstünde yapay elmaslar elde edilebilmiştir ama maliyeti doğal elmas fiyatından on kat daha pahalıya gelmektedir.
Peki, elmas ile pırlanta arasında ne fark var biliyor musunuz? İkisinin de aslı aynı, yani karbon kömüründen farksız taş parçaları. Çok yüksek basınç ve sıcaklıkta, yerin 150 - 200 kilometre derinliklerinde kristalleşmiş, daha sonra volkanik patlamalarla yeryüzüne itilmiş saf karbondan oluşmuşlardır.
İşte bu saf karbon, kesim veya şekline göre elmas ya da pırlantaya dönüşür. Pırlanta daha parlak, kesim oranı daha fazla ve alt kısmı kubbe gibidir. Elmasın alt kısmı düz ve yüzey sayısı 12 ile 37 arasında değişirken, pırlantanın kesimi daha zordur ve yüzey sayısı 57’dir. Yani pırlanta elmastan daha değerlidir, daha ince isçiliktir. Renkli olanlarına ‘fantezi’ denilir ki fiyatları astronomiktir.
Çok sağlıklı hava tahminleri meteoroloji balonları, şimdilerde ise uydular vasıtası ile yapılıyor ama evinizde barometrenin düşüş veya yükselişini takip ederek, bir de rüzgar yönünü gözlemleyerek hava tahminini rahatlıkla yapabilirsiniz.
Örneğin barometre 30’un üstünde gösteriyor ve yükselmeye devam ediyorsa hava açık olacak ve rüzgar şiddeti azalacak demektir. Eğer 30’un altında ve düşmeye devam ediyorsa hava bulutlu ve rüzgarlı olacak, hatta fırtına gelebilecektir.
Atmosferdeki hava basıncındaki değişiklikler rüzgarları yaratırlar. Ancak hava basıncındaki değişiklik tek başına o günkü veya gelecek günlerde oluşacak hava durumları hakkında yeterli bilgi veremez. Eğer rüzgar yönünü de biliyorsanız o zaman kısa dönemler için pratik tahminler yapabilirsiniz. İimdi rüzgar yönleri, barometrenin durumu ve bunlara göre oluşabilecek hava durumlarına bir bakalım:
Diyelim ki evinizde bir barometre yok. Problem değil. Hava basıncını ölçmenin diğer pratik yolları da var. Bir fincan kahve de aynı işi görebilir. Eğer kahve üzerindeki kabarcık ve köpükler fincanın ortasında toplanıyorlarsa hava basıncı yüksek, kenarlara doğru yayıiıyorlarsa basınç düşük demektir.
Tedavi için gerekli malzeme : Tuzlu su, havlu.
Hazırlanışı : Küçük bir havlu, tuzlu suya batırılır ve hastanın alnına konur. Sık sık değiştirilir.
Sinir sistemimizdeki nöron hücreleri ise anne karnında oluşumlarının son safhasına ulaşırlar, tüm yaşam boyunca ulaşabilecekleri en çok sayı olan bu miktarda da kalırlar. Beynimizin milyarlarca hücresinin bu safhada oluşabilmesi için dakikada 2,5 milyon nöron meydana gelir.
Beyin hücreleri oluştuktan sonra ölünceye kadar sayı olarak artmazlar. Aslında vücudumuzda sonradan çoğalmayan başka hücreler de vardır. Ama boyut olarak büyüyebilirler. Eğer vücudu geliştirmek için halter çalışılırsa, kaslar büyür ama bu yeni kas hücrelerinin oluşması demek değildir. Mevcut hücrelerin boyutları büyümüştür. Çalışma bırakıldığında bu kaslar tekrar pörsüyebilirler.
Bir insan doğduğunda beyni 350 gram ağırlığındadır. Bir yaşında 1000 grama, gelişme tamamlanınca da nihai ağırlığına ulaşır. Beyin hücreleri daha anne karnında iken son şekillerini aldıklarına göre bu artış miktarı nereden geliyor diye sorulabilir. Burada da kas örneğinde olduğu gibi hücrelerin çoğalması değil büyümeleri söz konusudur.
20 yaşına gelince beyin hücrelerinde eksilme başlar. Her gün yaklaşık 50 bin tanesi ölür. Bu sayı 60 yaşlarında günde 100 bin hücreyi bulur. 75 yaşına geldiğimizde tüm nöronların yüzde 10’unu kaybetmiş oluruz. Tabii bu doğduğumuz ana oranla zekamızın yüzde 10 azaldığı anlamına gelmez. İnsan hayatında iyi beslenme, tecrübe ve öğrenme gibi faktörler geriye kalan nöronların kapasitelerinin daha da gelişmelerini sağlarlar. Yani beyin ne kadar çok kullanılırsa o kadar iyi durumda olur.
Beynin oksijen tüketimi sabittir. Beyinde oksijenle birlikte sadece glikoz kullanılır ve bunların beyinde yedeği yoktur. Bu demektir ki, sinir hücrelerinin yaşaması her an için kan dolaşımının getireceği miktara bağlıdır. Oksijensizliğin ve kanda glikoz azalmasının yol açtığı kötü ve onarılmaz sonuçlar hatta beynin bazı bölümlerinin ölmesi bununla açıklanabilir. Beyindeki bu kan akımı vücudun diğer kısımlarına oranla bağımsızdır. Kalpten çıkan kanın yaklaşık beşte biri buraya gider.
Vücut ağırlığımızın yalnızca yüzde 2’sini oluşturan beynimiz, toplam enerji üretimimizin yüzde 20’sini tüketir. Bu enerjiyi kanın taşıdığı oksijen ve glikozdan alır. Kanımızdaki glikoz (kan şekeri) seviyesi düşerse önce acıkır ve huzursuz oluruz. Seviye daha da alçalırsa beyin faaliyetini azaltır, biz de yarı baygın hale geliriz. Oksijen daha da hayati bir önem taşır. Oksijensiz kalan beyin hücreleri en fazla 5 dakika içinde ölürler. Beynin bir bölümünde kan dolaşımı duracak olursa, o bölgede hayatiyet sona erer.
Spor yaparken kalp daha hızlı çalışır, daha fazla kan pompalar. Bu durumda beyne daha çok kan gitmesi, dolayısıyla beynin daha iyi çalışması gerekmez mi? Hayır. Beyne giden kan miktarı hep aynıdır. Ortalama bir kalp dakikada yaklaşık 5 litre kanı vücudun her tarafına pompalar. Bunun 750 mililitresi beyne giderken 600 mililitresi de bacakların diz altındaki kısımlarına gider. Spor yaparken kalbin pompaladığı miktar 17 litreye kadar çıkar. Bunun 14.000 mililitresi bacaklara giderken beyne giden miktar yine aynı, yani 750 mililitredir.
Biberin yakıcılığı, içinde bulunan kapsaisin adı verilen bir tür bileşikten kaynaklanır. Bu maddenin büyük bir kısmı, biberin etli kısmında ve tohumlarında bulunur. Bu nedenle ucu pek yakıcı olmayan biberin, yenildikçe yakıcılığı daha çok hissedilir.
Kapsaisin maddesi bibere yakıcılık vermekle kalmaz, cilde temas ettiğinde tahrişe de yol açar. Hatta bu özelliğinden dolayı bazı romatizma ilaçlarının formüllerinde de kullanılır.
Yeşil biber kırmızı olanından daha yakıcı değildir. Yakıcı biberler koyu renkli ve çok sivri uçludur. Biberler A ve C vitaminleri bakımından çok zengin olup, sıcak havada yenilen yakıcı biberler insanı terletirler ve terin buharlaşmasıyla insanda bir serinlik hissi duyulur.
Buna karşın, biberin içindeki kapsaisin maddesi, insanda tükürük salgısını da arttırır, solunum ve kan basıncında değişimler yaratır, bağırsaklarda emil imin azalmasına yol açar.
Hayvanlar üzerinde yapılan deneyler sonucunda, diğer kanserojen maddelerle birlikte alındığında, karaciğer kanserinin ortaya çıkmasında, hızlandırıcı rolü olduğu konusunda ciddi kuşkular vardır.
Biberden ağzımız yanınca çoğumuz hemen su içeriz ve bir işe yaramadığını görürüz. Peki nasıl oluyor da, biberin yakıcı tesirini su gideremiyor? Sebebi basit, yağ ve su kesinlikle birbirlerine karışmaz. Biberlerin yakıcılık veren maddesi yağlı olduğu için, ne kadar su içerseniz için onunla birleşmez. En iyi metot ekmek yemektir. Ekmek bu yağı absorbe eder ve mideye taşır.
Bir diğer etkili yol da süt içmektir. Sütün içindeki kasein maddesi bir deterjan görevini üstlenir, biberin yağı ile karışarak ağzı temizler. Bu da yeterli değilse rakı içilmesi Önerilir. Rakı da diğer alkol içeren sıvılar gibi yağı çözer ve sorunu giderir, ama sonuçları ertesi sabah ortaya çıkacak başka sorunlar getirir.
Biberin yakıcılığı, içinde bulunan kapsaisin adı verilen bir tür bileşikten kaynaklanır. Bu maddenin büyük bir kısmı, biberin etli kısmında ve tohumlarında bulunur. Bu nedenle ucu pek yakıcı olamayan biberin, yenildikçe yakıcılığı daha çok hissedilir.
Kapsaisin maddesi bibere yakıcılık vermekle kalmaz, cilde temas ettiğinde tahrişe de yol açar. Hatta bu özelliğinden dolayı bazı romatizma ilaçlarının formüllerinde de kullanılır.
Yeşil biber kırmızı olanından daha yakıcı değildir. Yakıcı biberler koyu renkli ve çok sivri uçludur. Biberler A ve C vitaminleri bakımından çok zengin olup, sıcak havada yenilen yakıcı biberler insanı terletirler ve terin buharlaşmasıyla insanda bir serinlik hissi duyulur.
Buna karşın, biberin içindeki kapsaisin maddesi, insanda tükürük salgısını da artırır, solunum ve kan basıncında değişimler yaratır, bağırsaklarda emilimin azalmasına yol açar.
Hayvanlar üzerinde yapılan deneyler sonucunda, diğer kansorejen maddelerle birlikte alındığında, karaciğer kanserinin ortaya çıkmasında, hızlandırıcı rolü olduğu konusunda ciddi kuşkular vardır.
Biberden ağzımız yanınca çoğumuz hemen su içeriz ve bir işe yaramadığını görürüz. Peki nasıl oluyor da, bibrin yakıcı tesirini su gideremiyor? Sebebi basit, yağ ve su kesinlikle birbirlerine kaarışmaz. Biberlerin yakıcılık veren maddesi yağlı olduğu için, ne kadar su içerseniz için onunla birleşmez. En iyi metot ekmek yemektir. Ekmek bu yağı absorbe der ve mideye taşır.
Bir diğer etkili yol da süt içmektir. Sütün içindeki kasein maddesi bir deterjan görevini üüstlenir, biberin yağı ile karışarak ağzı temizler. Bu da yeterli değilse rakı içilmesi önerilir. Rakı da diğer alkol içeren sıvılar gibi yağı çözer ve sorunu giderir, ama sonuçları ertesi sabah ortaya çıkacak başka sorunlar getirir.
- Akut Böbrek İltihabı : Ani olarak ortaya çıkan, titreme, kaburga altlarında ve yanlarında başlayıp, kasıklara kadar yayılan bir ağrı ile kendini gösterir. Sık sık idrara gitmek ihtiyacı duyulur. İdrar çıkarken de yanma ve ağrı hissedilir. İlk önlem olarak belin iki yanına sıcak su torbası konur. Bol su, limonata ve açık çay içilir.
- Kronik Böbrek İltihabı : Akut böbrek iltihabının gereği gibi tedavi edilmemiş olması, kronik böbrek iltihabının başlıca nedenidir. Hastada iştahsızlık, ateş, halsizlik, baş ağrısı, ağrılı idrar etme ve bel ağrıları görülür. Yapılacak ilk iş, bol bol meyva suları içmek ve aşağıdaki reçetelerden birini uygulamaktır. Ayrıca tuz ve hayvani gıdalar azaltılmalıdır.
Tedavi için gerekli malzeme : Kekik, su
Hazırlanışı : 1 çay bardağı kaynak suya, 2 kahve kaşığı kekik konur. 10 dakika bekletildikten sonra, süzülür ve bir kerede içilir.
Nüfus: 7.719.000.
Yüzölçümü: 424.164 km2.
Komşuları: Batıda Peru, Şili; Güneyde Arjantin, Paraguay; Doğuda ve Kuzeyde Brezilya.
Önemli Şehirleri: La Paz, Santa Cruz, Cochabamba.
Din: %95 Katolik.
Dil: İspanyolca, Quechua ve Aymara dilleri.
Yönetim Biçimi: Cumhuriyet.
Tarih: İnkalar 13. yy. da bölgeyi ilk sahipleri Kızılderililerden alarak fethettiler. İspanya’nın hakimiyeti 1530’larda başladı ve 6 Ağustos 1825’e kadar sürdü, ülkenin ismi bağımsızlık savaşçısı Simon Bolivar’dan esinlenerek konuldu. 1879-1935 yılları arasında süren bir dizi savaşta Bolivya; Pasifik sahilini Şili’ye petrol yataklarına sahip Chaco’yu Paraquay’a ve kauçuk yetiştirilen bölgelerini de Brezilya’ya bıraktı. Özellikle maden işçileri arasında başgösteren ekonomik huzursuzluk, uzun süredir devam eden siyasi istikrarsızlığı besledi. 1951-64 yılları arasında Victor Paz Estensaro başkanlığındaki reformcu hükümet (kalay) madenlerini millileştirdi ve Kızılderili çoğunluğun yaşam koşullarını iyileştirmeye yönelik çabalarda bulunda fakat askeri bir cunta tarafından devrildi. Darbeler ve karşı darbeler askeri cuntanın General Villay’ı devlet başkanı olarak seçtiği 1981 yılına kadar sürdü. 1982 Temmuz’unda askeri cunta büyüyen ekonomik kriz ve dış borç zorlukları arasında iktidarı devraldı. Cunta Ekim’de istifa etti ve 1980’de demokratik yollardan seçilen Kongre’nin iktidara gelmesine izin verdi. Kokainin hammaddesi olan koka üretiminin azaltılması yönündeki Amerikan baskısı, polisle koka üreticileri arasında çatışmalara yol açtı ve Bolivyalılar arasındaki Anti-Amerikan duyguları artırdı.
Nüfus: 4.651.000.
Yüzölçümü: 19.741 km2.
Komşuları: Yugoslavya, Hırvatistan, Adriyatik denizi.
Din: %40 Müslüman, %31 Ortodoks, %15 Katolik.
Dil: Sırpça, Hırvatça.
Yönetim Biçimi: Federasyon.
Tarih: Bosna MS. 958’lerde Hırvat Krallar, 1000-1200 yıllar arasında da Macaristan tarafından yönetildi. 1200 yılında örgütlenen Bosna, daha sonra da Hersek’i kontrol altına aldı. Bu krallık, 1391’de ülkenin güney kısmının bağımsız Hersek dükalığı olmasıyla parçalandı. 1463’te Türkler tarafından fethedilince bir Türk eyaleti durumuna geldi. Bölge 1878’de Avusturya-Macaristan egemenliğine girdi ve Bosna Hersek eyaletinin bir parçası oldu. 1918’de Yugoslav egemenliğine giren bölge 1946 anayasası ile bir federe devlet olarak Hersekle tekrar birleşti.
Bosna-Hersek parlamentosu 15 Ekim 1991’de bir egemenlik bildirgesi onayladı. Bağımsızlık referandumu ise 29 Şubat 1992’de yapıldı. Bu referanduma karşı çıkan Sırplar, şiddetli çarpışmalar ve bombalamalar yaşanmasına neden oldular. 7 Nisan’da A.B.D. ve Avrupa Birliği bu cumhuriyeti tanıdılar. Bosnalı Sırplar, Müslümanlar ve Hırvatlar arasında 3 yönlü çatışmalar devam etti. Sırp güçleri binlerce Bosnalı Müslümanı katlettiler ve yoğun bir “etnik temizliğe” giriştiler. Başkent Saraybosna kuşatıldı ve Bosnalı Sırp güçleri tarafından etrafı çevrildi. Bosnalı Müslüman ve Hırvatlar 23 Şubat’ta bir ateşkes üzerinde uzlaştılar ve 18 Mart 1994’te, Bosna’da bir Müslüman-Hırvat konfederasyonu kurulması için bir anlaşma imzaladılar. Bosna ve Hırvat hükümetleri bu konfederasyonun asgari ölçülerde Hırvatistanı bağlaması yönünde anlaşmaya vardılar. Müslüman-Sırp çatışmaları ardında bir çok sivil yaralı bırakarak devam etti.
17-20 Şubat arası Bosnalı Sırplar, NATO ültimatomuna cevaben Saraybosna etrafındaki ağır silahlarının bir çoğunu çektiler. 28 Şubat’ta yine bir NATO uçağı, uçak yasağı olan bir bölgede bu yasağı ihlal ettiği gerekçesiyle bir Sırp uçağını düşürdü.
1994’ün yarısına gelindiğinde Bosnalı Sırplar ülkenin %70’inden fazlasının kontrolünü ele geçirmişlerdir. Bölünmüş Bosna’nın %49’unu Sırplara, %51’ini de Müslüman-Hırvat konfederasyonununa veren uluslararası barış planı Bosnalı Sırplar tarafından sürekli olarak reddedilmiştir. Ancak ABD’nin önderliğinde Dayton Barış Antlaşması 1996’nın başında kabul edildi.
Hiçbir bulut diğeri ile şekil ve hacim olarak aynı değildir. Çünkü oluşumlarına etki eden hava akımları, sıcaklık, basınç, havadaki toz miktarı v.b. gibi o kadar çok etken vardır ki, çok değişken olan atmosferde iki yerde bütün bu şartları eşit olarak sağlamak mümkün değildir.
Isınan yeryüzünden buharlaşan su, havadan hafif minik su buharları şeklinde doğruca gökyüzüne yükselir. Belirli bir yükseklikte basınç azaldığı, hava da soğuduğu için minik su damlacıkları haline geçerler ve bulutları oluştururlar. Başlangıçta bu damlalar o kadar küçüktür ki, çapları birkaç mikrometredir. (İnsan saçı 100 mikrometredir.) Ortalama bir yağmur damlasının oluşabilmesi için bunlardan milyonlarcasının birleşmesi gerekir.
Bulutların bu kadar ağırlığa rağmen gökyüzünde asılı kalabilmelerinin sebebi bu damlacıkların çok küçük olmalarıdır. Her ne kadar bir kilometre çapındaki bir bulutta en azından 1.000 ton su varsa da bu hacimdeki hava 1.000.000 tondur, yani bin kez daha ağırdır. Bu nedenle de bulutlar içerlerindeki yağmur taneleri iyice oluşup, ağırlaşıp yere düşene kadar tepemizde gezinip dururlar. Aslında yağmur yağarken yağmur damlası oluşma işlemi devam ettiğinden bulut içindeki suyu boşaltıp bir anda kaybolmaz.
Bulutun oluşumunda başlangıçta oluşan su damlacıkları o kadar küçüktür ki, üzerlerine gelen ışıkları doğrudan yansıtırlar ve bu tip bulutlar pamuk gibi beyaz görünürler. Su damlacıkları birleşip büyüdükçe, yani kalınlaştıkça ışığı daha az yansıtırlar, bu nedenle de yağmur bulutları daha koyu, gri hatta siyaha yakın renkte görünür. Gittikçe büyüyerek ağırlaşan bu damlalar bulutun altında toplandığından, bu tip bulutların tabanları üst taraflarına nazaran daha koyu renktedirler.
Havadaki sıcaklık yatay olarak genellikle aynıdır. Bu nedenle havanın içine suyu alabileceği yükseklik yatay olarak hemen hemen aynı olduğundan bulutların altları daha düzdür. Bulutun ortası ile üst kenarı arasındaki ısı farklı olduğu ve üst tarafında su damlası oluşumu devam ettiği için üst taraflar kıvrımlıdır.
Bulutlar şekillerine ve yüksekliklerine göre sınıflandırılırlar. Genelde üç ana grupta toplanırlar. Bu sınıflandırmaya göre, ince, tutam tutam, ufak bulutlara ‘sirüs’, kümeler halinde olanlara ‘kümülüs’, ufukta tabaka halinde görünenlere de ‘stratus’ deniliyor. Ayrıca iki tane de yükseklik kategorisi var. Bulutun tabanı yerden 2.000 - 6.000 metre yükseklikte ise ön ismi ‘alto’, 6.000 metreden daha yükseklikte ise de ‘sirro’ oluyor. Yağmur bulutlarına da diğerlerinden ayırmak için ‘nimbo, nimbus’ gibi isimler ekleniyor.
Hiçbir bulut diğeri ile şekil ve hacim olarak aynı değildir. Çünkü oluşumlarına etki eden hava akımları, sıcaklık, basınç, havadaki toz miktarı v.b. gibi o kadar çok etken vardır ki, çok değişken olan atmosferde iki yerde bütün bu şartları eşit olarak sağlamak mümkün değildir.
Isınan yeryüzünden buharlaşan su, havadan hafif minik su buharları şeklinde doğruca gökyüzüne yükselir. Belirli bir yükseklikte basınç azaldığı, hava da soğuduğu için minik su damlacıkları haline geçerler ve bulutları oluştururlar. Başlangıçta bu damlalar o kadar küçüktür ki, çapları birkaç mikrometredir. (İnsan saçı 100 mikrometredir.) Ortalama bir yağmur damlasının oluşabilmesi için bunlardan milyonlarcasının birleşmesi gerekir.
Bulutların bu kadar ağarlığa rağmen gökyüzünde asılı kalabilmelerinin sebebi bu damlacıkların çok küçük olmalarıdır. Her ne kadar bir kilometre çapındaki bir bulutta en azından 1000 ton su varsa da bu hacimdeki hava 1 milyon tondur, yani bin kez daha ağırdır. Bu nedenle de bulutlar içerlerindeki yağmur taneleri iyice oluşup, ağırlaşıp yere düşene kadar tepemizde gezinip dururlar. Aslında yağmur yağarken yağmur damlası oluşma işlemi devam ettiğinden bulut içindeki suyu boşaltıp bir anda kaybolmaz.
Bulutun oluşumunda başlangıçta oluşan su damlacıkları o kadar küçüktür ki, üzerlerine gelen ışıkları doğrudan yansıtırlar ve bu tip bulutlar pamuk gibi beyaz görünürler. Su damlacıkları birleşip büyüdükçe, yani kalınlaştıkça ışığı daha az yansıtırlar, bu nedenle de yağmur bulutları daha koyu, gri hatta siyaha yakın renkte görünür. Gittikçe büyüyerek ağırlaşan bu damlalar bulutun altında toplandığından, bu tip bulutların tabanları üst taraflarına nazaran daha koyu renktedirler.
Havadaki sıcaklık yatay olarak genellikle aynıdır. Bu nedenle havanın içine suyu alabileceği yükseklik yatay olarak hemen hemen aynı olduğundan bulutların altları daha düzdür. Bulutun ortası ile üst kenarı arasındaki ısı farklı olduğu ve üst tarafında su damlası oluşumu devam ettiği için üst taraflar kıvrımlıdır.
Bulutlar şekillerine ve yüksekliklerine göre sınıflandırılırlar. Genelde üç ana grupta toplanırlar. Bu sınıflandırmaya göre, ince, tutam tutam, ufak bulutlara ‘sirüs’, kümeler halinde olanlara ‘kümülüs’, ufukta tabaka halinde görünenlere de ‘stratus’ deniliyor. Ayrıca iki tane de yükseklik kategorisi var. Bulutun tabanı yerden 2 bin-6 bin metre yükseklikte ise ön ismi ‘alto’, 6 bin metreden daha yükseklikte ise de ‘sirro’ oluyor. Yağmur bulutlarına da diğerlerinden ayırmak için ‘nimbo, nimbüs’ gibi isimler ekleniyor.
Buz, sanıldığı gibi, düzgün bir yüzey olduğu için kaygan değildir. Olay, buz pateninin çok küçük yüzeyinin buza basınç yapması dolayısıyla o noktadaki buzun erimesi ve oluşan bu ince su tabakası üzerinde patenin hareket etmesidir.
İnsan ayağının boyunun ortalama 25 santimetre, eninin ise 10 santimetre olduğunu kabul edelim. Ortalama insan ağırlığı olan 75 kg., iki ayakla 500 santimetrekare yere bastığında, her santimetrekareye 0,15 kg. ağırlık biner. Topuklu ayakkabı giyen kadınlarda yere basılan alan o kadar küçülür ve basınç o kadar artar ki, kadınların topuklu ayakkabı izi sıcak asfaltta kalır, hatta bu basınç nerede ise filinki ile aynıdır.
Ucu neredeyse bıçak gibi olan patenlerin buza değen alanı o kadar küçüktür ki, erime ısısını l derece azaltmak için 130 kg/cm2 gereken buz yüzeyini derhal eritir.
Buz pütürlü olunca, paten sadece buzun pütürünün çıkıntılarına basar, böylece temas yüzeyi iyice küçülür ve basınç artar ve buz daha kolay eriyerek, paten buz ile arasında oluşan ince su tabakası üzerinde rahatça kayar.
Bu arada buzun bir başka şaşırtıcı özelliğine de değinmeden geçemeyeceğiz. Dişimiz ağrıdığında elimizin üzerine konulan buz bu diş ağrısının azalmasına yardımcı olur.
Vücudumuzun herhangi bir yerinde bir ağrı oluştuğunda, uyarıcı sinirler buradan orta beyine ağrı sinyalleri gönderirler.
Bu sayede beyin tarafından uyarılarak vücudun doğal ağrı kesicileri olan ‘endorfin’ ve ‘enkefolin’ salgılanır.
Bu salgıların kaynağa gidebilmesi için sinir sisteminin diğer bölümlerine, ağrı algılarının geçtiği diğer kapıları ‘kapat’ sinyali gönderilir. El üzerinden gelen ağrı sinyallerinden dolayı salgılanan doğal ağrı kesiciler sonucu yüz sinirlerinden gelen ağrı kapıları beyinde kapanmaktadır.
Diş ağrılarında vücudun başka bir yerinde değil de el üstüne buz konulmasının nedeni bu olup, bu noktaya akapuntur uygulanmasıyla da benzer sonuca ulaşılmaktadır. Baş parmakla işaret parmağı arasındaki bu noktaya HO-KU noktası denilmektedir.
Herkesin sandığının aksine tuz suyun içinde şekerin eridiği gibi erimez. Tuz buzun içine girince onu çözer. Tuz yine kalır ama buz çözüldüğü için artık o su değil, tuzlu sudur ve erime noktası saf sudan daha düşüktür.
Buzlanmış yollara tuz döküldüğü zaman, tuz önce buz ile çözümlenerek bir buzlu su tabakası oluşturur ve bu çözeltinin donma noktası düşük olduğundan, sıfırın altındaki sıcaklıklarda bile donmadan kalabilir. Günümüzde ABD’de üretilen tuzun yüzde 45’i yollardaki buzun eritilmesinde kullanılmaktadır.
Bilindiği gibi su, sıcaklığı sıfır dereceye varınca donar. Suya tuz ilavesi ile bu donma sıcaklığı da düşer. Suya yüzde 10 tuz ilavesi donma sıcaklığını -6 dereceye indirir. Yüzde 20 tuz karıştırılmış su ise -16 derecede donar. Ancak yolun veya buzun ısısı -16 dereceden de az ise artık tuzun erimede pek etkisi olmaz, sadece buzun üstünde kalarak tekerleklerin kaymasını azaltabilir.
Dondurma yaparken de karışımın çevresinde çok düşük ısıya ihtiyaç vardır. Dondurma karışımının etrafındaki ısının çok düşük olması, ancak bu düşük ısıda karışımın donmaması gerekir. Burada eklenen tuz karışımın sıfır derecenin altında bile donmadan dondurmanın oluşturulmasını sağlar.
Hatırlarsanız ‘Titanic’ filminde okyanus suyunun ısısı sıfırın birkaç derece altında olmasına rağmen, deniz suyunun yüzeyi, içindeki tuz nedeni ile hala donmamıştı.
Shen Nung bir gün bahçede ağzı açık bir kapta su kaynatırken çalılıklardan bir kaç yaprak kaynayan suyun içine düştü. Nung yaprakları suyun içinden toplayamadan yapraklar suda kaynamaya, hoş bir koku etrafa yayılmaya başladı. İmparator merak edip suyun tadına bakınca çay keşfedilmiş oldu.
İmparatorun kendi keşfi hakkındaki düşüncesi çayın susuzluğu bastırdığı, harareti giderdiği ve uykuya olan isteği azalttığı şeklindeydi. Çay ismi de Çincedeki “ça”dan geliyor. Benzer şekilde çaya Ruslar “chay” Araplar “shaye” Japonlar “cha” diyorlar.
Çay bugün dünyada sudan sonra en çok içilen içecektir. Avrupa’ya gelişi 1610 yılını buldu, başlangıçta da ilaç muamelesi gördü. Halbuki o yıllarda çay Orta Asya’da o kadar değerliydi ki çay balyaları ticarette para yerine geçebiliyordu.
Çayın Avrupa’ya geldiği ilk yıllarda tüccarlar satışını ateş düşürücü, mide ağrısı giderici, romatizmayı önleyici bir ilaçmış gibi yaparlarken, doktorlar biraz daha ileri giderek çaydan yapılan iksirin tüm hastalıklara karşı direnç kazandırdığını ve yaşlanmayı geciktirdiğini ileri sürüyorlardı.
Zamanla bu sefer de çayın aleyhine görüşler yayılmaya başladı. Fransız fizikçiler çayı asrın en münasebetsiz yeniliği diye nitelendirirlerken bir Alman doktor da 40 yaşından sonra çay içenlerin ölüme daha yakın olacaklarını iddia ediyordu.
İngiltere’de ise çay içmek alışkanlık haline gelince kadın dergileri ev kadınlarının çay yüzünden ev işlerine soğuk bakmaya başladıklarını, ekonomistler ise çalışmaya harcanacak zamanın çay içmekle tüketildiğini ileri sürdüler. Ancak bunların hiçbiri çayın dünyanın en favori içeceği olmasını önleyemedi. Miktar tam olarak bilinemiyor ama dünyada senede 2 milyon ton civarında çay tüketildiği tahmin ediliyor.
Günümüzde çayın yaygınlaşmasına en çok etki eden faktör poşet çayın icadıdır. Her ne kadar icadının tam farkına varmasa da poşet çayın mucidi Thomas Sullivan’dır. Kahve ve çay ticareti ile uğraşan Sullivan, müşterilerine sık sık çay örnekleri gönderiyordu. Başlangıçta bu iş için teneke kutuları kullanırken, sonradan elde dikilmiş ipek torbaların bu iş için daha pratik ve ucuz olacaklarını düşündü.
Çok geçmeden siparişler başladı ama şaşırtıcı olan esas malı değil torba içindeki örnek çayları sipariş etmeleriydi. Müşteriler torbaların çayın kaynamasını kolaylaştırdıklarını keşfetmişlerdi. Çayın torba (poşet) içinde satımı o kadar geliştirildi ki Batı ülkelerinde tüketim oranı toplam çay tüketiminin yarısına ulaştı.
Tedavi için gerekli malzeme : Patates.
Hazırlanışı : 1 adet çiğ patates soyulup iyice yıkanır ve rendelenir. Çıkan su sabahları aç karnına içilir. Aynı işlem hergün tekrarlanır.
ekon. para kısıtlaması
Para şişkinliğine karşı önlem olarak paranın piyasada azalmasıyla satın alma gücünün artması.
morali bozulmuş
Manevi gücü azalmışi
1. ruh b. bunalım, 2. ekon. çöküntü
1. Uyaranlara karşı duyarlığın, iş yapabilme gücünün, kendine güvenin azalarak karamsarlığın, umutsuzluğun güçlenmesiyle ortaya çıkan ruhsal bozukluk. 2. Çoğunluğa ilişkin satın alma gücünün durması, satış değerlerinin düşmesi, çalışma gücünün azalması vb. sebeplerle ortaya çıkan ekonomik durum.
ekon. değer düşürümü
Paranın altın veya yabancı bir paraya göre değerinin düşürülmesi, satın alma gücünün azalması.
Yaşadıkları kum fırtınalarına ve diğer olumsuz şartlara uyabilmek için iki sıra koruyucu kirpikleri ve tüylü kulak delikleri oluşmuş, burun deliklerini açıp kapayabilme, çok uzaktan görebilme ve koku alabilme yeteneklerine sahip olmuşlardır.
Develerin tek hörgüçlülerine Arap devesi, çift hörgüçlülerine ise Baktriane (Bactrian) devesi adı verilir. Baktriane Afganistan’ın kuzeyinde bir yer olup bugün adı pek bilinmemesine rağmen çok çeşitli medeniyet ve kültürlere ev sahipliği yapmış, çok önemli tarihi geçmişi olan bir bölgedir.
Her iki cins deve de yük hayvanı olarak kullanılırlar. Çift hörgüçlü deve daha yavaştır (3-5 kilometre/saat) ama bir günde kervan içinde durmadan 50 kilometre yol gidebilir. Hörgücünün tepesine kadar olan yüksekliği 2 metre iken Arap devesinin sadece bacak yüksekliği neredeyse 2 metredir. Arap devesi 18 saat boyunca saatte 13-16 kilometre hızla yol alabilir. Develerin yük hayvanı olmalarının yanında etlerinden, sütlerinden, yünlerinden ve derilerinden de faydalanılır.
Genelde develerin hörgüçlerinde su olduğuna, bu sayede çöllerde uzun süreli yolculuklara bu kadar dayanıklı olduklarına inanılır ama gerçek bu değildir. Öyle olsaydı deve vücudundan su tükettikçe hörgücünün de bir balon gibi porsuyup inmesi gerekirdi.
Develerin hörgüçlerinde sadece yağ bulunur. Burası 30-35 kilogramlık bir yağ deposudur. Genellikle bir çok hayvan ilerde enerji kaynağı olarak kullanmak üzere vücudunda yağ depolar ama develer bunu hörgüçlerinde yaparlar. Yiyecek bulamadıkları zaman buradan faydalanırlar. Hörgücün bir ikinci işlevi de deveyi çölün kızgın güneşinden korumasıdır.
Develer zaten çölde suya az gereksinim duyarlar. 40 dereceyi bulan sıcaklıklarda iki haftaya yakın susuz kalabilirler. Burun mukozaları insana göre 100 kat daha büyüktür. Bu sayede nefes verirken havada bulunan nemin üçte ikisini geri kazanabilirler.
Bir devenin vücudundaki toplam suyun yüzde 22’sinin kaybı halinde karnı çekilir, kasları büzüşür ama bu, onun performansını çok etkilemez. Buna karşın bir insan vücudundaki suyun yüzde 5’ini kaybedince görme duyusunda azalma başlar, yüzde 12’sini kaybedince de ölebilir.
Develerin susuzluğa dayanıklı olmalarının nedeni su kayıplarının büyük bir kısmının dokularındaki sudan olması, kandaki suyun pek etkilenmemesidir. Ancak bütün bu özelliklere rağmen susuzluğa dayanma rekoru develerde değil, farelerdedir. Bu konuda zürafa da her ikisiyle yarışabilir.
Yeri gelmişken develerin bir başka özelliğine de değinelim, hayvanlar arasında sadece deve, kedi ve zürafa önce sağ taraftaki ön ve arka ayaklarını, sonra sol taraflakileri atarak yürürler. Yani sol - sağ seklinde değil sol - sol, sağ - sağ şeklinde. Hatta şiirdeki aruz vezninin ritminin Arap yarımadasındaki develerin bu yürüyüşlerindeki ritimden doğduğu bile rivayet edilir.
Eskilerin Ay’ın dönemlerine bağladıkları etkilerin büyük bir kısmının boş inançlar olduğu bir gerçektir. O zamanlar insanların uykularında gezinmeleri dolunay ışığı tarafından çekilmelerine bağlanıyordu. Dolunayın ışığının yatak odasından içeri girmesinin uyuyanın rüyasını etkilediğine, dolunay ile birlikte cinsel içgüdü fonksiyonlarının, insanların üremelerinin ve tarlaların bereketlerinin arttığına hatta ‘kurt adam’ efsanesine bile inanılıyordu.
Bilim insanları yine de Ay’ın evrelerinin ve özellikle dolunayın insanları etkilemesi olayına ciddiyetle yaklaşıyorlar. Ay’ın evreleri ile cinayetler, kazalar, dünyamızda oluşan kasırgaların dağılımı, magnetik alanlarda bozulma, kadınların aybaşları ve sara nöbetleri arasındaki ilişkileri yakından takip ediyorlar, devamlı istatistiki bilgi topluyorlar. Ancak kesin bir sonuca varılmış, Ay’ın evreleri ile bahsedilen olaylar arasında henüz bilimsel bir ilişki saptanmış değildir.
Yapılan bir çalışmada dolunay süresince oluşan trafik kazalarının alışılmadık bir şekilde fazla olduğu saptanmış fakat daha sonra olayların zaman aralıkları incelendiğinde çoğunun hafta sonu günlerine denk geldiği görülmüştür. Hafta sonu tatiline giderken ve dönerken sürücülerin acele etmeleri kazaların en önemli nedenidir. Yani tatil aceleciliğinin yarattığı trafik kazalarının yanında dolunayın etkisinin sözü bile edilemez.
Bilindiği gibi Ay’ın dünyada okyanuslardaki ‘gel-git’ denilen, suların alçalması ve yükselmesi olayı üzerinde doğrudan etkisi vardır. Vücudumuzun da çoğu su olduğuna göre Ay vücudumuzu da etkileyebilir mi? Vücudumuzdaki suyun oranı, okyanuslardaki su miktarı ile kıyaslanamayacağı gibi ‘gel-git’ olayı günde iki kez oluşmaktadır. Yani Ay’ın çekim gücü insanı etkilese bile bunun sadece dolunay safhasında değil her gün olması gerekir.
Dolunay safhasında iken Ay’ın parlaklığı da pek önemli bir etken değildir, çünkü bu safhada Ay’ın dünyaya gönderdiği ışık miktarı Güneş’in gönderdiğinin 600 binde biri kadardır.
Peki dolunayı bu kadar özel kılan nedir? Dolunay, Güneş Dünya’nın bir tarafında, Ay ise tam aksi tarafta aynı hizaya gelince oluşur. Bu durumda Güneş’in, Ay’ın Dünya üzerindeki etkisini arttırıp arttırmadığı da incelenmiştir. Bir miktar arttırdığı doğrudur ama Güneş o kadar uzaktadır ki bu etkileme de fazla kayda değer değildir.
Öyle görülüyor ki, her gün olan olaylar, Ay’ın dolunay safhasında da olunca sebep ona bağlanmaktadır.
Nüfus: 5.753.000.
Yüzölçümü: 21.041 km2.
Komşuları: Batıda Guatemala, Kuzeyde Honduras.
Önemli Şehirleri: San Salvador.
Din: %75 Katolik.
Dil: İspanyolca (resmi).
Yönetim Biçimi: Cumhuriyet.
Tarih: 1821’de İspanya’dan ve 1839’da Orta Amerika Federasyonu’ndan bağımsız oldu. 1969’da Honduras ile 300.000’den fazla Salvadorlu işçi arasındaki savaşta 2.000 kişi öldü. 1979’da askeri bir darbe ile başkan Carlos Humberto Romeno hükümeti devrildi ama iktidardaki askeri-sivil cunta Küba ve Nikaragua’nın silahlandırdığı solcu isyancıları durdurmayı başaramadı. Mayıs 1984’teki seçimlerde Hıristiyan Demokratiklerden Jose Nopoleon Duarte oyların %54’ünü alarak başkan seçildi. Hükümet ve solcu isyancıların imzaladığı resmi bir barış andlaşması ile 12 yıl süren ve 75.000 kişinin ölümüne yol açan ve iç savaş 16 Ocak 1992’de sona erdi.
dil b. eksilti
Anlatımda kolaylık sağlamak üzere bir kelimedeki eklerin veya bir cümledeki kelimelerin azaltılarak kullanılması olayı.
Eğer canlılardaki hücre yapısını biliyorsanız, her bir hücrede binlerce enzim olduğunu da biliyorsunuz demektir. Enzimler hücrenin yaşaması için gerekli her türlü görevi yerine getirirler. Elmaların veya patateslerin kesildiklerinde kararmaları işte bu enzimlerden birinin ‘polifenol oksidaz’ diye adlandırılanın (biz kısaca -PPO- diyeceğiz) yarattığı bir sorundur. Bu enzim, yani PPO, havanın oksijenini alıp, elmada bulunan ‘tanin’ adlı kimyasalla birleştirerek kararmaya neden olur.
Elmayı kestiğiniz veya kabuğunu soyduğunuz zaman, kesilme yüzeyindeki hücreler de bölünür, açılır. Buradaki PPO’lar havanın oksijeni ile birleşerek aynen demirin paslanması gibi bir renk değişimi olayı yaratırlar. Yere düşen elmaların yüzeyinde oluşan kahverengi noktaların nedeni de aynıdır.
Kahverengi renge dönüşmeyi önlemenin bir yolu onları keser kesmez suya koymak ve hava ile ilişkilerini kesmektir, ancak sudan çıkarıldıklarında yine koyulaşmaya devam ederler. C vitamini kararmayı önleyebilir. Meyvenin kararan kısmına limon dökerseniz, içindeki C vitamini, taninin oksijen ile temasını önler ve kararma hızını azaltır. Bu nedenle meyve ve sebze işleyen yerlerde kabuklar soyulduktan veya dilimleme işlemi yapıldıktan sonra meyve ve sebzeler limon tuzu içeren suya atılır.
Bütün enzimlerin ortak özelliği 75 derece sıcaklığın üzerinde etkisiz hale gelmeleridir. Yani ısıtmak da bir çaredir. Bu tip sebze ve meyveler haşlandıklarında enzimlerin faaliyetleri durur ve ‘enzimatik esmerleşme’ denilen bu olay görülmez.
Şimdi müjdemizi verelim. Meyve işleyicilerini, salata hazırlayıcılarını, ev kadınlarını deli eden bu olayın da çaresi bulundu. Çekirdeksiz meyve yetiştirebilmek için çalışmalarını sürdüren genetik mühendisleri, meyve sineğinin oluşumu ve bu esmerleşme üzerine de gittiler. Özellikle beyaz üzümden şarap ve şeker kamışından şeker elde etmede sorun olan bu esmerleşmeyi genetikçiler enzim klonlayarak önlemeyi başardılar.
Pratikte uygulandığında büyük bir ekonomik fayda da sağlayacak bu araştırma sonuçları, kesildiklerinde benzer esmerleşmeyi gösteren ağaçlara da uygulanacak ve böylece kağıt üretimindeki bir sorun daha ortadan kalkacaktır.
Bileşimlerinde okside olabilecek enzim bulunmayan turunçgillerde, yani portakal, limon ve mandalinada esmerleşme olayı görülmez.
Eğer canlılardaki hücre yapısını biliyorsanız, her hücrede binlerce enzim olduğunu da biliyorsunuz demektir. Enzimler hücrenin yaşaması için gerekli her türlü görevi yerine getirirler. Elmaların ve pateteslerin kesildiklerinde kararmalrı işte bu enzimlerden birinin ‘polifenol oksidaz’ diye adlandırılanın (biz kısaca -PPO- diyeceğiz) yarattığı bir sorundur. Bu enzim, yani PPO, havanın oksijeni alıp, elmada bulunan ‘tanin’ adlı kimyasalla birleştirerek kararmaya neden olur.
Elmayı kestiğiniz veya kabuğunu soyduğunuz zaman, kesilme yüzeyindeki hücreler de bölünür, açılır. Buradaki PPO’lar havanın oksijeni ile birleşerek aynen demirin paslanması gibi bir renk değişimi olayı yaratırlar. Yere düşen elmaların yüzeyinde oluşan kahverengi noktaların nedeni de aynıdır.
Kahverengi renge dönüşmeyi önlemenin bir yolu onları keser kesmez bir suya koymak ve hava ile ilişkilerini kesmektir, ancak sudan çıkarıldıklarında yine koyulaşmaya devam ederler. C vitamini kararmayı önleyebilir. Meyvenin kararan kısmına limon dökerseniz, içindeki C vitamini, taninin oksijen ile temasını önler ve kararma hızını azaltır. Bu nedenle meyve ve sebze işleyen yerlerde kabuklar soyulduktan veya dilimleme işlemi yapıldıktan sonra meyve ve sebzeler limon tuzu içeren suya atılır.
Bütün enzimlerin ortak özelliği 75 derece sıcaklığın üzerinde etkisiz hale gelmeleridir. Yani ısıtmak da bir çaredir. Bu tip sebze ve meyveler haşlandıklarında enzimlerin faaliyetleri durur ve ‘enzimatik esmerleşme’ denilen bu olay görülmez.
İimdi müjdemizi verelim. Meyve işleyicilerini, salata hazırlayıcılarını, ev kadınlarını deli eden bu olayın da çaresi bulundu. Çekirdeksiz meyve yetiştirebilmek için çalışmalarını sürdüren genetik mühendisleri, meyve sineğinin oluşumu ve b esmerleşme üzerine de gittiler. Özellikle beyaz üzümden şarap ve şeker kamışından şeker elde etmede sorun olan bu esmerleşmeyi genetikçiler enzim klonloyarak önlemeyi başardılar.
Pratikte uygulandığında büyük bir ekonomik fayda da sağlayacak bu araştırma sonuçları, kesildiklerinde benzer esmerleşmeyi gösteren ağaçlara da uygulanacak ve böylece kağıt üretimindeki bir sorun daha ortadan kalkacaktır.
Bileşimlerinde okside olabilecek enzim bulunmayan turunçgillerde, yani portakal, limon ve mandalinada esmerleşme olayı görülmez.
Elmas aslında saf karbondan başka bir şey değildir. Elması yakabilecek yüksek ısıya çıkılabilse hiç kül bırakmadan yanar. Tamamen karbon olan yapısına rağmen mineraller içinde en sert olanıdır. Genelde renksizdir ama hafif sarımsı gri veya yeşilimsi de olabilir. Işığı kırma, yansıtma ve renk dağıtma özelliği kuvvetlidir. Bu özelliklerinden dolayı çok kıymetlidir. Elmasın değeri rengine, saflığına ve işleniş şekline de bağlıdır.
Peki elmas bu kadar değerli ve az bulunan bir mineral ise nasıl oluyor da canı kesmede, sert metalleri işleme ve delmede, torna ve matkap uçlarında bol miktarda kullanılabiliyor? Nasıl oluyor da en küçük bir parçası bile bir servet olan bu taş köşedeki camcının cam kesme bıçağının ucunda bulunabiliyor?
Aslında elması iki ayrı şekilde düşünmek gerekmektedir: Süs taşı olarak ve endüstride. Süs taşı olan elmasın değeri dört ‘C’ ile belirlenir. Bunlar; ‘Carat=ağırlık’, ‘Clarity=şeffaflık’, ‘Colour=renk’ ve ‘Cut=işleniş’dir. Doğada bulunan elmasın büyüklüğü çok seyrek olarak bir santimetrenin üstündedir. Bugüne kadar bulunan en büyük elmas 621 gram gelen Cullian’dır.
Süs taşı üretimlerinin yan ürünleri ile süs eşyasına uygun olmayan doğal elmaslar endüstride değerlendirilmektedir. Piyasadaki elmas uçlar aslında elmas kumu olarak adlandırılan bulanık elmaslardır. ‘Karbonado’ denilen bu ince taneli, kok görünümlü elmaslar sondaj makinelerinde en sert taşları bile delmede kullanılabilirler.
Endüstrinin bu tür elmas uçlara olan talebi devamlı artarken, üretimin artmaması yapay elmas üretimini gündeme getirmiştir. Yapay elmas üretme tekniğinde prensip, yüksek basınç ve sıcaklıkta grafiti elmasa dönüştürmektir.
Daha düşük basınçta da, gaz fazındaki karbondan yapay elmas elde edilebilmiş olup lens ve cam kaplamalarında, hoparlör diyafram kaplamalarında (paraziti azaltmada), optik aletler ve transistor telleri üretiminde ve diğer bir çok değişik alanlarda kullanılmaktadır.
Süs elması olarak da 0,2 gramın üstünde yapay elmaslar elde edilebilmiştir ama maliyeti doğal elmas fiyatından on kat daha pahalıya gelmektedir.
Peki, elmas ile pırlanta arasında ne fark var biliyor musunuz? İkisinin de aslı aynı, yani karbon kömüründen farksız taş parçaları. Çok yüksek basınç ve sıcaklıkta, yerin 150 - 200 kilometre derinliklerinde kristalleşmiş, daha sonra volkanik patlamalarla yeryüzüne itilmiş saf karbondan oluşmuşlardır.
İşte bu saf karbon, kesim veya şekline göre elmas ya da pırlantaya dönüşür. Pırlanta daha parlak, kesim oranı daha fazla ve alt kısmı kubbe gibidir. Elmasın alt kısmı düz ve yüzey sayısı 12 ile 37 arasında değişirken, pırlantanın kesimi daha zordur ve yüzey sayısı 57’dir. Yani pırlanta elmastan daha değerlidir, daha ince işçiliktir. Renkli olanlarına ‘fantezi’ denilir ki fiyatları astronomiktir.
gözaltında olan
“Gözaltına almak” anlamındaki enterne etmek birleşik fiilinde geçer.
El yazısı analizi kişinin şuuraltında yatanlar hakkında az çok ipucu verebilir ama bu da bir noktaya kadardır. El yazısından sadece cinsiyet değil ırk, din ve hatta yazanın solak mı, yoksa sağ elini mi kullandığı da tespit edilemez.
Bu konu nörobiyoloji dalında çalışanların da ilgisini çekmiş ve bilim insanları sinirkaslarının reaksiyonlarını sınıflandırmaya çalışmışlardır. Bazı sinirkası reaksiyonlarının benzer kişiliklere ve beyin ikazlarına sahip insanlarda olduğunu görmüşler, buradan da yazı tarzı ile kişilik arasında bir bağlantı olabileceğini saptamışlardır.
El yazısı insandan insana değişir. Her çocuğa ilkokulda harflerin yazılması belirli bir kalıpta öğretilmesine rağmen, çocuklar çok kısa sürede kendi bireysel özelliklerini harflere ve yazı şekillerine yansıtırlar. Zamanla insan olgunluğa erişince kendi kişiliğine özel ve bakıldığında yazanın kim olduğunu ele verecek yazı stili oluşur.
Aslında çok azımız düşündüğümüz gibi yazarız. El yazımız düşüncemizden ziyade kişiliğimizi yansıtır. El yazısını analiz etme artık sosyal bir bilim dalı olarak kabul edilmektedir. Eğitimli ve tecrübeli bir analizci yüzde 85-95 doğrulukla yazının sahibi (cinsiyeti değil) hakkında bilgi verebilmektedir. Bu analizcilere iş başvurularında, firmalara ve devlete adam almada hatta mahkemelerin yaptırdığı tatbikatlarda başvurulmaktadır.
Sahte imzalar da benzer bir konudur. Sahtekar taklit ettiği imzaya kendi yazı stilinden de bir şeyler katar. Çoğu kez bu sahte imzalar kolaylıkla ayırt edilebilir. Sahte imzayı atan, imzayı çok incelemiş, imzayı atış şeklini ve kalem hareketlerinin sırasını çok iyi uygulamışsa bile imzanın sahte olduğu tespit edilebilir, ancak sahte imzayı atan hakkında bilgi edinilemez.
El yazısı analizi kişinin şuuraltında yatanlar hakkında az çok ipucu verebilir ama bu da bir noktaya kadardır. El yazısından sadece cinsiyet değil ırk, din ve hatta yazanın solak mı, yoksa sağ elini mi kullandığı da tespit edilemez.
Bu konu nörobiyoloji dalında çalışanların da ilgisini çekmiş ve bilim adamları sinirkaslarının reaksiyonlarını sınıflandırmaya çalışmışlardır. Bazı sinirkası reaksiyonlarının benzer kişiliklere ve beyin ikazlarına sahip insanlarda olduğunu görmüşler, buradan da yazı tarzı ile kişilik arasında bir bağlantı olabileceğini saptamışlardır.
El yazısı insandan insana değişir. Her çocuğa ilkokulda harflerin yazılması belirli bir kalıpta öğretilmesine rağmen, çocuklar çok kısa sürede kendi bireysel özelliklerini harflere ve yazı şekillerine yansıtırlar. Zamanla insan olgunluğa erişince kendi kişiliğine özel ve bakıldığında yazanın kim olduğunu ele verecek yazı stili oluşur.
Aslında çok azımız düşündüğümüz gibi yazarız. El yazımız düşüncemizden ziyade kişiliğimizi yansıtır. El yazısını analiz etme artık sosyal bir bilim dalı olarak kabul edilmektedir. Eğitimli ve tecrübeli bir analizci yüzde 85-95 doğrulukla yazının sahibi (cinsiyeti değil) hakkında bilgi verebilmektedir. Bu analizcilere iş başvurularında, firmalara ve devlete adam almada hatta mahkemenin yaptırdığı tatbikatlarda başvurulmaktadır.
Sahte imzalar da benzer bir konudur. Sahtekar taklit ettiği imzaya kendi yazı stilinden de bir şeyler katar. Çoğu kez bu sahte imzalar kolaylıkla ayırt edilebilir. Sahte imzayı atan, imzayı çok incelemiş, imzayı atış şeklini ve kalem hareketlerinin sırasını çok iyi uygulamışsa bile imzanın sahte olduğu tespit edilebilir, ancak sahte imzayı atan hakkında bilgi edinilemez.
Nüfus: 58.710.000.
Komşuları: Batıda Sudan, Güneyde Kenya, Doğuda Somali, Cirbuti, Kuzeyde Eritre.
Önemli Şehirleri: Addis Ababa.
Din: %45-50 Müslüman, %35-40 Ortodoks.
Dil: Amhara dili (resmi), Tgre, Galla.
Yönetim Biçimi: Geçiş Döneminde.
Tarih: Etyopya kültürü kaynağını Mısır ve Yunanistan’dan alır. Eski monarşi 1880’de İtalya tarafından saldırıya uğradı ancak 1936’da yeni bir İtalyan saldırısına dek bağımsızlığını korudu. 1941’de İngiltere ülkeyi özgürlüğüne kavuşturdu.
Son imparator I. Harle Selassie 1931’de bir parlamento ve düzeni kurdu ancak bütün siyasal partileri kapattı.
1970’lerde yaşanan kuraklık nedeniyle yüzbinlerce kişi öldü. Ordunun isyanı ve öğrenci gösterileri sonucu 1974’te Selassie tahttan indirildi. Cunta, tek partili sosyalist bir devlet oluşturarak başarılı bir toprak reformu gerçekleştirdi. Muhalefet şiddet yoluyla bastırıldı. M.S. 330’da benimsenmiş olan Kobt Kilisesi’nin etkisi önlendi ve 1975’te monarşi lağvedildi. Rejim kanlı darbelerle, Sudan ve Somali’nin yardımları ile desteklenen siyasi grupların isyanları ile karşı karşıya kaldı. 1977’de SSCB ile işbirliği andlaşmaları yapılırken, bir zamanlar en önemli müttefik olan ABD ile ilişkiler kötüleşti. 1978’de Sovyet ve Küba birlikleri Somali güçlerinin yenilgiye uğratılmasına yardım etti. Etyopya ve Somali 1988’de bir barış antlaşması imzaladı.
1984’te milyonları açlığa ve ölüme sürükleyen yaygın kuraklık sonucu dünya çapında bir yardım çabası başladı. 1988’de Eritreli gerillaların zaferi hükümetin, kuraklığa uğramış bölgelerde yabancıların ve işçilerin yardım çalışmalarını yarıda kestirmesine yol açtı. 1994’te Etyopya’da kuraklık sonucu yeni bir kıtlık yaşandı. Etyopyalı halkın Devrimci Demokratik Cephesi (EPRDF), (6 isyancı ordudan oluşan) Şubat 1991’de hükümete karşı büyük bir saldırı düzenledi. Mayıs’ta başkan Mengist, Haile Mariam ülkeyi terketti. EPRDF idareyi ele geçirerek geçici bir hükümet kurdu. Eritre 24 Mayıs 1993’te bağımsız oldu.
Konuyu daha iyi anlamamız için bir bitkinin aynı anda yaptığı iki işi bilmemiz lazım. Birincisi hücrelerin nefes alışı, ikincisi de ışık ve klorofil özümlemesi diye de adlandırılan fotosentezdir. Bu iki olay tamamen birbirinden farklı, iki ayrı işlemdir.
Tüm canlı hücrelerde olduğu gibi bitki hücrelerinin de yaşayabilmeleri için havadaki oksijene ihtiyaçları vardır. Havadan nefes yolu ile aldıkları oksijenle şeker gibi gıda moleküllerini yakarlar, enerji kazanırlar. Bu, gündüz ve gece yaşamları boyunca durmaksızın devam eder.
Bitkilerin yapraklarındaki hücreler aynı zamanda gündüzleri ışıkla birlikte fotosentez işlemini gerçekleştirirler. Yani bitki gündüzleri her iki işlemi birlikte yaparken geceleri sadece nefes almaya devam eder. Fotosentez işleminde bitkiler havadan karbondioksiti alıp oksijen verirler. Ancak hücreler buradan çıkan oksijeni nefes almada tekrar kullanırlarken, nefes verişteki karbondioksiti de fotosentezde kullanırlar.
Ortalama yetişkin bir insan, hareketsiz durumda bir dakikada 15, bir günde 20 bin kez nefes alır. Her solumada yarım litre hava ciğerlerine girer. Yani dakikada 7-8 litre havayı ciğerlerine çeker ve tekrar verir. Bu, günde 11 bin litre hava demektir. Aslında nefes alırken havadan oksijen alıp karbondioksit veririz ifadesi de tam doğru değildir.
Aldığımız havada hem oksijen vardır, hem de karbondioksit. Verdiğimizde de aynı şekildedir ama oranları değişiktir. Ciğerlerimize aldığımız havadaki oksijen oranı yüzde 21 iken dışarı verdiğimizdekinde yüzde 16’dır. Yani her nefeste aldığımız havanın yüzde 5-6’sı vücudumuzda oksijen olarak kullanılır. Dolayısıyla havadan aldığımız günlük oksijen miktarı ortalama 570 litre civarındadır.
Gündüzleri yeterli ışık altında, bitkilerdeki fotosentez işlemi, bitkinin nefes almasından daha yoğundur. Yani ortaya fazladan oksijen çıkar ve gündüzleri odanızdaki havadaki oksijen miktarını artırırlar. Geceleri ışık olmadığından ve karanlıkta fotosentez işlemi yapılamadığından, nefes almaya devam eden bitkilerden çıkan karbondioksit miktarı daha çoktur.
Evlerimizdeki bitkilerin veya süs çiçeklerinin gündüz çıkardıkları fazla oksijen ve gece verdikleri karbondioksit miktarı, insanın soluduğu havanın içindeki oksijen miktarı yanında o kadar azdır ki sağlığımızı etkileyebilmesi mümkün değildir. Ancak kapısı, penceresi hava sızdırmaz küçük bir odada, dev bitkilerle birlikte yatma gibi bir alışkanlığınız varsa başka tabii...
Uyku, insan beynine hafızasındaki bilgileri düzenleme, gereksizleri unutma ve arşlivleme şansı verir. Rüyalar da bu işlemin bir parçasıdır.
Uyku, enerji tüketimimizin miktarını azaltır. Bu nedenle günde dört-beş kez yerine üç öğün yemekle yetinebiliriz. Gece karanlığında zaten hiçbir şey yapamayacağımızdan, anahtarı kapatarak enerji tassarrufu yaparız.
Uyku, bütün gün çalışan beynin bir şarj süresi olabilir. Diğer organlardaki enerji harcamasını kısarak, beyin hücre aktiviteleri için gerekli olan enerjiyi artırabilir.
Uyku hakkında tüm bildiğimiz, geceleri iyi bir uyursak, sabahları kendimizi iyi hissettiğmiz, hem vücudumuzun, hem de beynimizin yeni bir gün için kendisini tazelediği olgusudur.
Nüfus: 28.559.000.
Yüzölçümü: 458.730 km2+Batı sahra topr.
Komşuları: Güneyinde Batı Sahra, Doğusunda Cezayir.
Önemli Şehirleri: Kazablanka (2.600.000), Rabat (556.000), Fas (852.000).
Din: %99 Sünni Müslüman.
Dil: Resmi Dili Arapça, Berberice.
Yönetim Biçimi: Anayasal Monarşi.
Tarih: Fas topraklarına ilk yerleşenler berberlerdi. Onları Romalılar ve Kartejinler (Carthaginians) izledi. 683’te Araplar burayı fethettiler. 11. ve 12. Yüzyıllarda bir Berberi imparatorluk zayıf durumdaki Kuzey Afrika’yı ve İspanya’nın büyük bölümünü Fas’tan yönetti.
Fas’ın bir bölümü 19. yy.da İspanyol yönetimine girdi. Kalan kısmını ise 20. yy. başlarında Fransa kontrolü altına aldı. 1911-33 yılları arasında kabile ayaklanmaları son buldu. Ülke 2 Mart 1956’da bağımsız oldu. Uluslararası bir liman olan Tanca 1956’da Fas’a geçti. İspanya Sahrasının üçte ikisi büyüklüğündeki 70.000 milkarelik fosfat zengini toprakları ele geçirdi. Kalanı ise Moritanya elde etti. İspanya Şubat’ta geri çekildi. Bir gerilla hareketi olanPolisario, 287 Şubat’ta bölgenin bağımsızlığını ilan etti ve Cezayir’in de desteği ile saldırılar düzenlemeye başladı. 1980’de Moritanya, Palisario cephesi bir anlaşma imzalayarak Eski İspanyol Sahrasının bu bölümünden vazgeçince Fas burayı işgal etti.
Uzun yıllar süren çatışmalardan sonra, Fas önemli şehir alanlarını kontrol altına aldı. Ama Polisaro gerillaları geniş ve nüfusu seyrek çöllerde rahatça hareket edebilmektedir. 1990’da iki taraf bir ateşkes andlaşması imzaladı. Birleşmiş Milletler Batı Sahra’nın bağımsız mı, yoksa Fas’a mı bağlı olacağını belirlemek için bir referandum düzenlemeyi planlamıştır.
Nüfus: 69.809.00.
Komşuları: Güneyde Malezya, Endonezya, Kuzeyde Tayvan.
Önemli Şehirleri: Manila, Quezon City, Cebu.
Din: Roma Katolikleri %83, Protestanlar %9, Müslüman %5.
Dil: Plipino, İngilizce (ikisi de resmi dil). Cebuano, Bicol, İlocano, Pampango ve diğerleri.
Yönetim Biçimi: Cumhuriyet.
Siyasal Partiler.
Liberal Parti, Nacionalista Parti, Edsa Ulusal Hıristiyan Demokratlar Birliği (NUCD), Milliyetçi Halk Koalisyonu, Kilusan Bugong Lipunan, PDP-Laban Partisi).
Tarih: Filipin adaları 1571 yılında Macellan tarafından ziyaret edildi. Daha sonra bölgeye gelen İspanyollar, Manila kentini kurdular. İspanya hükümdarı II. Felipe’den esinlenerek, bu takım adaları Filipinler adını verdiler. 1869’da Süveyş Kanalı’nın gerçekleşmesiyle Filipinler Avrupa pazarına açıldı. 1899 Manila savaşında İspanya ABD’ye yenilince, Filipinler ABD’ye bırakıldı. Ancak Amerikan hükümetinin tutumu ve II. Dünya Savaşı nedeniyle ülkenin bağımsızlığına kavuşması ancak 1946 yılında mümkün olabildi. 1972’de başkan Ferdinand Marcos sıkı yönetim ilan etti ve sıkı yönetim sırasında Filipinler’in ABD ile ilişkileri zayıfladı.
1973-1976 yılları arasında hükümet güçleriyle ayrılıkçı Moro Müslümanları arasında çatışmalar çıktı. 1977 yılında yeniden başlayan çatışmaların ardından, Libya’nın aracılık ettiği özerklik anlaşması bölgede Hıristiyanlarca reddedildi.
1981 yılında sıkı yönetim kaldırıldı, ancak Marcos olağanüstü birtakım yetkilileri elinde tutmaya devam etti. Haziran’da 6 yıllık bir dönem için yeniden başkan seçildi.
21 Ağustos 1983 yılında Muhalefet lideri Bengno S. Aouino’nun suikaste kurban gitmesi Marcos’u istifaya çağıran gösterilere yol açtı. 1986 seçimlerinde Marcos suikasta uğrayan Aguino’nun eşi Corozon Aguino’ya karşı zafer kazandığını ilan etti. Aguino kendini başkan ilan etti.
24 Şubat’ta Marcos askeri ve dinsel desteğinin azalmasından dolayı olağanüstü hal ilan etti. 26 Şubat’ta ülkeden kaçtı. Aguino ABD ve diğer devletlerce başkan olarak tanındı. 1987 yılında Aguino toprak reformunu başlattı. Aguino’nun aday gösterdiği kişiler yasama organında büyük çoğunluk elde ettiler. Ekonominin zayıflığı, yaygın fikirliği, komünist muhalefler ve askeriyenin zayıf desteği yüzünden büyük sıkıntılarla karşılaştı. Aralık 1989 yılında asi güçler askeri üsleri televizyon istasyonlarını ele geçirdi ve başkanlık sarayını bombaladılar.
Aguino 1982’de başkanlık seçimlerinde Fiedel Ramous’un başkanlığını tanıdı. 1992’de ABD’nin Filipinlerdeki askeri varlığı sona erdi. 30 Ocak 1994’te Müslüman ayrılıkçı gerillalarla ateşkes andlaşması imzalandı.
Bilindiği gibi filler çok büyük hayvanlardır ve havanın çok sıcak olduğu bölgelerde yaşarlar. Filin kulaklarında bir çok kan taşıyıcı damar vardır. Bunlar sıcak kanı kulağın yüzeyine taşırlar ve sıcaklığın buradan havaya gitmesini sağlarlar. Böylece hayvancağız kulaklarını oynatarak kendini serinlemiş hisseder.
Afrika filleri çok az ağaç bulunan kurak yerlerde yaşadıklarından kulakları daha büyüktür. Asya’da özellikle Hindistan’da ise fillerin saklanabilecekleri ağaç gölgeleri çok olduğu için oralarda yaşayanların kulakları daha küçük ve üçgenimsidir.
Afrika filleri Asya fillerinden ortalama yüzde 5 daha büyüktürler.
Bugüne kadar yaşayan fillerin içinde büyüklük rekoru 4,10 metre yükseklik ve 10,7 ton ağırlık ile bir Afrika filine aittir. Fillerde dişler yeme değil de savunma amaçlı olup Asya fillerindekiler daha ince ve uzun ama daha hafiftirler.
Filin burnu değişikliğe uğrayarak uzamış, yakalayıcı bir hortuma dönüşmüştür. Bir insanın vücudundaki kasların sayısı 600 iken bir filin gövdesinde 50 bin kas vardır. İnsanda kalp tek bir kastan oluşmuşken gülmek için 17, surat asmak için ise 43 kasın çalışması gerekir. Yani gülmek daha az yorucudur. Fillerin kaslarının 40 bini hortumda bulunur. Bu hortumu ile fil bir ağacı devirebilir, yerdeki bir toplu iğneyi alabilir.
Filleri diğer hayvanlardan ayıran bazı ilginç özellikleri vardır. Örneğin fil zıplayamayan tek memeli hayvandır. Ayrıca fil insanın dışında başı üstünde amuda kalkabilen tek hayvandır.
Filler parmak uçlarına basarak yürürler, çünkü ayaklarının geri taraflarında kemik yoktur, bu bölge sadece yağdan oluşmuştur. Bir günde 30 kilometre yüzebilirler, bu arada hortumlarını şnorkel gibi kullanarak hava alabilirler. Suyun kokusunu 5 kilometre öleden alabilirler ve bir günde 250 litre su içebilirler. Filler, özellikle Asya filleri sakin ve uyumlu hayvanlardır. Ancak bugüne kadar sirklerde ölümcül kazalara aslan ve kaplanlardan çok filler yol açmışlardır.
Fillerin en önemli özelliklerinden birinin kendilerine yapılan bir hareketi unutmadıkları olduğu söylenir. Bu inanış tam doğru değildir. Yapılan deneylerde fillerin zor öğrenen ama bir kere öğrenince ömür boyu unutmayan hayvanlar oldukları saptanmıştır. Kendisine yapılan kötü bir hareketi hiçbir zaman unutmayan hayvan devedir. Kendisini döven kim olursa olsun fırsatını bulduğunda intikamını alır. Dayak yedikten yıllar sonra sahibini öldüren develer görülmüştür. ‘Deve kini’ tanımı işte bu nedenle kullanılır.
Nüfus: 5.069.000.
Yüzölçümü: 338.145 km2.
Komşuları: Kuzeyde Norveç, Batıda İsveç, Doğuda Rusya.
Önemli Şehirleri: Helsinki, Espoo, Tampere.
Din: %89 Lutherci.
Dil: Fince, İsveçce (resmi).
Yönetim Biçimi: Anayasal Cumhuriyet.
Tarih: Finliler, büyük olasılıkla Hristiyan çağının başlarında Urallar’dan göç ettiler. 1154’ten Finlandiya’nın Rus İmparatorluğunun özerk bir dükalığı haline geldiği 1809’a dek İsveçli yerleşikler hakimdi. Rusların zorla topladığı vergiler güçlü bir ulusal bilinç yarattı. Finlandiya 6 Aralık 1917’de bağımsızlığını ilan etti ve 1919’da Cumhuriyet oldu. 30 Kasım 1989’da SSCB ülkeye saldırdı ve Finliler topraklarının büyük bölümünü kaybettiler. İkinci Dünya Savaşı sonrası toprak kayıpları arttı. 1948’de Finlandiya SSCB ile Karşılıklı Yardım Andlaşması imzaladı, iki ülke (Finlandiya ve Rusya) Ocak 1992’de imzalanan yeni bir pakt ile bu andlaşmayı iptal etti.
Finli seçmenler 16 Ekim’de Avrupa Birliği’ne (eski adıyla Avrupa Topluluğu) üyelik konusunda bir halk oylamasına katıldılar ve üyelik 1 Ocak 1995’te yürürlüğe girdi.
Aynı evin içinde banyoda yumuşak ışığı ile floresan galip gelebilirken, yatak odasında mücadeleyi romantik ışığı ile ampul kazandı. Uzun mücadele sonunda zafer floresanın oldu. Bunun esas sebebi ise evlerdeki tercihin değişmesi değil, elektrik giderlerinin azaltılması gereken yoğun yaşamın olduğu işyerleri ve okullardı.
18 Watt’lık bir floresan lamba, 75 Watt’lık bir ampul kadar ışık verebilir. Yani floresanlar daha az enerji harcayıp, daha çok ışık verirler, yaklaşık yüzde 75 enerji tasarrufu sağlarlar. Piyasa satış fiyatları daha yüksektir ama en az on misli daha uzun ömre sahiptirler. Işık tek bir noktadan değil de tüpün her tarafından geldiği için daha fazla dağılır. Mavimsi ışıkları daha yumuşaktır ve gözleri yormaz.
Floresan lambalarda, elektrik düğmesine basıldığında, transformerden geçen elektrik, tüpün bir ucundaki elektrottan diğerine bir ark oluşturur. Bu arkın enerjisi tüpün içindeki cıvayı buharlaştırır. Bu buhar elektrik yüklenerek gözle görülmeyen ültraviyole ışınları saçmaya başlar. Bu ışınlar da tüpün iç yüzeyine kaplanmış olan fosfor tozlarına çarparak görülen parlak ışığı oluşturur.
Floresan lambalar ilk açılışları sırasında çok elektrik çekerler. Halbuki bu miktarda enerjiyi bir saatlik açık durumda ancak harcarlar. Ayrıca çok sık açıp kapama ile ömürleri de kısalır. Örneğin tipik bir floresan lamba devamlı açık bırakıldığında 50.000 saat çalışabilir. Üç saatlik aralarla kapanıp açıldığında ömrü 20.000 saate düşer. Sonuç olarak floresan lambaları bir saat sonra açacaksanız hiç kapatmamanız daha ekonomik olabilir. Normal ampullerde açıp kapamanın ciddi bir etkisi yoktur.
Bazı insanların floresan tipi ışıklara duyarlıkları vardır. Aslında ayırt edemeyiz ama floresanın ültraviyole içeren arkı saniyede 120 kez çakar. Işığın bu frekansı bazı insanlarda migren denilen baş ağrıları yaratabilir. Bu titreşimleri lambaya doğrudan baktığınızda göremezsiniz ama gözünüzün köşesinden baktığınızda görebilirsiniz.
Evlerdeki çiçekler genellikle yeşil yapraklı olup, ışığın kırmızı ve mavi kısmını absorbe ederler. Mavi onlar için özellikle önemlidir. Ampul ışığında mavi renk çok azdır. Bu nedenle evdeki çiçekler için floresan lambalar daha faydalıdır.
Aynı evin içinde banyoda yumuşak ışığı ile floresan galip gelebilirken, yatak odasında mücadeleyi rpmantik ışığı ile ampül kazandı. Uzun mücadele sonunda zafer floresanın oldu. Bunun esas sebebi ise evlerdeki tercihin değişmesi değil, elektrik giderlerinin azaltılaması gereken yoğun yaşamın olduğu işyerleri ve okullardı.
18 Watt’lık bir floresan lamba, 75 Watt’lık bir ampül kadar ışık verebilir. Yani floresanlar daha az enerji sağlayıp, daha çok ışık verirler, yaklaşık yüzde 75 enerji tasarrufu sağlarlar. Piyasa satış fiyatları daha yüksektir ama en az on misli daha uzun ömre sahiptirler. Işık tek bir noktadan değil de tüpün her tarafından geldiği için daha fazla dağılır. Mavimsi ışıkları daha yumuşaktır ve gözleri yormaz.
Floresan lambalarda, elektrik düğmesine baıldığında, transformerden geçen elektrik, tüpün bir ucundaki elektrottan diğerine bir ark oluşturur. Bu arkın enerjisi tüpün içindeki civayı buharlaştırır. Bu buhar elektrik yüklenerek gözle görülmeyen ültraviyole ışınları saçmaya başlar. Bu ışınları da tüpün iç yüzeyine kaplanmış olan fosfor tozlarına çarparak görülen parlak ışığı oluşturur.
Floresan lambalar ilk açılışları sırasında çok elektrik çekerler. Halbuki bu miktardaki enerjiyi bir saatlik açık durumdaancak harcarlar. Ayrıca çok sık açıp kapama ile ömürleri de kısalır. Örneğin tipik bir floresan lamba devamlı açık bırakıldığında 50 bin saat çalışabilir. Üç saatlik aralarla kapanıp açıldığında ömrü 20 bin saate düşer. Sonuç olarak floresan lambaları bir saat sonra açacaksanız hiç kapatmamanız daha ekonomik olabilir. Normal ampüllerde açılıp kapamanın ciddi bir etkisi yoktur.
Bazı insanların floresan tipi ışıklara duyarlıkları vardır. Aslında ayırt edemeyiz ama floresanın ültraviyole içeren arkı saniyede 120 kez çakar. Işığın bu frekansı bazı insanlarda migren denilen baş ağrıları yaratabilir. Bu titreşimleri lambaya doğrudan baktığınızda göremezsiniz ama gözünüzün köşesinden baktığınızda görebilirsiniz.
Evlerdeki çiçekler genellikle yeşi yapraklı olup, ışığın kırmızı ve mavi kısmını absorbe ederler. Mavi onlar için özellikle önemlidir. Ampul ışığında mavi renk çok azdır. Bu nedenle evdeki çiçekler için floresan lambalar daha faydalıdır.
Gözümüz iç içe geçmiş üç tabakadan oluşur. En dışarıdaki gözümüzü koruyan ve göz akı da denilen sert tabakadır. İkincisi, kan damarlarından meydana gelmiş ve ortasında göz bebeğinin bulunduğu damar tabakadır. Bu damarlar sayesinde fazla ışıkta göz bebeğimiz küçülür, karanlıkta ise daha çok ışık alabilmek için büyür ama bu hareketi oldukça yavaş yapar. Üçüncü tabaka da retina adı verilen, ışığa duyarlı kılcal damar ağlarından oluşan ağ tabakasıdır.
Köpek, kedi, geyik, karaca gibi hayvanların gözlerinin arkasında, yani retinalarında ayna gibi, yansıtıcı özel bir tabaka vardır. Eğer karanlıkta gözlerine el lambası veya araba farı gibi bir ışık tutarsanız, bu ışık gözlerinin içinden yansır ve gözleri karanlıkta pırıl pırıl parlar. İnsanların gözlerinin retinasında ise böyle bir yansıtıcı tabaka yoktur.
Fotoğraf makinesinin flaşı çok kısa bir zamanda çok kuvvetli bir ışık verir. Gözbebeğimiz ise bu kadar kısa zamanda küçülmeye fırsat bulamaz. Işık doğrudan retinaya ulaşır ve oradan da doğrudan kılcal damarların görüntüsü yansır. İşte flaşla çekilen fotoğraflarda görülen bu kırmızılık retina tabakasındaki kılcal damarların görüntüsüdür.
Günümüzde, birçok fotoğraf makinesinde, gözün bu kırmızı görüntüsünü azaltacak önlemler alınmıştır. Bu makinelerde flaş iki kere çakar. Birinci çakış resim çekilmeden az önce olur ve gözbebeğinin küçülerek gözdeki yansımayı azaltmasına zaman tanır. İkincisi de tam fotoğraf çekilirken olur ki, gözbebeği olması gereken durumu almıştır zaten. Başka bir önlem de odadaki bütün ışıkları açarak gözbebeğinin önceden küçülmesini sağlamaktır.
Geceleri flaşlı fotoğraflarda, gözlerin kırmızı çıkmasının önlenmesinin bir yolu da flaşı objektiften olabildiğince uzak tutmaktır. Günümüzde fotoğraf makineleri o kadar küçülmüştür ki, flaş makinenin bünyesinde ve objektife birkaç santim mesafededir. Flaşın ışığı göze gelip yansıyarak geri döndüğünde doğrudan objektife gelir. Gündüzleri ise gözümüze dışarıdan, her yönden ışık geldiği için, flaşın ışığı bunların arasında daha az oranda gözümüze girer ve kırmızı göz olayı yaratmaz.
Gözümüz iç içe geçmiş üç tabakadan oluşur. En dışarıdaki gözümüzü koruyan ve göz akı da denilen sert tabakadır. İkincisi, kan damarlarından meydana gelmiş ve ortasında göz bebeğinin bulunduğu damar tabakadır. Bu damarlar sayesinde fazla ışıkta göz bebeğimiz küçülür, karanlıkta ise daha çok ışık alabilmek için büyür ama bu hareketi oldukça yavaş yapar. Üçüncü tabakada retina adı verilen, ışığa duyarlı kılcal damar ağlarından oluşan ağ tabakasıdır.
Köpek, kedi, geyik, karaca gibi hayvanların gözlerinin arkasında, yani retinalarında ayna gibi, yansıtıcı özel bir tabaka vardır. Eğer karanlıkta gözlerine el lambası veya araba farı gibi bir ışık tutarsanz, bu ışık gözlerinin içinden yansır ve gözleri karanlıkta pırıl pırıl parlar. İnsanların gözlerinin retinasında ise böyle bir yansıtıcı tabaka yoktur.
Fotoğraf makinesinin flaşı çok kısa bir zamanda çok kuvvetli bir ışık verir. Gözbebeğimiz ise bu kadar kısa zamanda küçülmeye fırsat bulamaz. Işık doğrudan retinaya ulaşır ve oradan da doğrudan kılcal damarların görüntüsü yansır. İşte flaşla çekilen fotoğraflarda görülen bu kırmızılık retina tabakasındaki kılcal damarların görüntüsüdür.
Günümüzde, birçok fotoğraf makinesinde, gözün bu kırmızı görüntüsünü azaltacak önlemler alınmıştır. Bu makinelerde flaş iki kere çakar. Birinci çakış resim çekilmeden az önce olur ve gözbebeğinin küçülerek gözdeki yansımayı azaltmasına zaman tanır. İkincisi de tam fotoğraf çekilirken olur ki, gözbebeği olması gereken durumu almıştır zaten. Başka bir önlem de odadaki bütün ışıkları açarak gözbebeğinin önceden küçülmesini sağlamaktır.
Geceleri flaşlı fotoğraflarda, gözlerin kırmızı çıkmasının önlenmesinin bir yolu da flaşı objektiften olabildiğince uzak tutmaktır. Günümüzde fotoğraf makineleri o kadar küçülmüştür ki, flaş makinesinin bünyesinde ve objektife birkaç santim mesafededir. Flaşın ışığı göze gelip yansıyarak geri döndüğünde doğrudan objektife gelir. Gündüzleri ise gözümüze dışarıdan, her yönden ışık geldiği için, flaşın ışığı bunların arasında daha az oranda gözümüze girer ve kırmızı göz olayı yaratmaz.
Nüfus: 57.840.000.
Yüzölçümü: 543.965 km2.
Komşuları: Güneyde İspanya, Doğuda İtalya, İsviçre, Almanya, Kuzeyde Lüksemburg, Belçika.
Önemli Şehirleri: Marseille, Lyon, Toulouse, Strasbourg, Bordeaux.
Din: %90 Katolik.
Dil: Fransızca (resmi).
Yönetim Biçimi: Cumhuriyet.
Siyasal Partiler.
Sosyalist Parti, Sol Radikal Hareketi Fransız Komünist Partisi, Ulusal Cephe, Fransa İçin Birlik.
Tarih: M.Ö. 58-51’de J. Coesar tarafındn fethedilen Celtic Gaul, 500 yıl boyunca Romalılar tarafından yönetildi. Şarlman zamanında Fransız hakimiyeti Avrupa’nın büyük bölümüne yayıldı. Onun ölümünden sonra Fransa ardıl krallıklardan biri olarak ortaya çıktı.
Monarşi Fransız İhtilali ile yıkıldı. (1789-93) onu Birinci Cumhuriyet izledi, ardından Napolyon döneminde I. İmparatorluk (1804-15), Krallık (1814-48), İkinci Cumhuriyet (1848-52), İkinci İmparatorluk (1852-70), Üçüncü Cumhuriyet (1871-1946), Dördüncü Cumhuriyet (1946-58) ve Beşinci Cumhuriyet (1958’den bugüne dek) kuruldu.
Fransa, Birinci Dünya Savaşı’ndan (1914-1918) Almanya tarafından işgal edildiği zaman ciddi oranda insan gücü ve servet kaybı yaşadı. Versailles Andlaşması ile 1871’de Almanya’nın ele geçirdiği Alsace ve Lorane eyaletlerini geri aldı. Almanya Mayıs 1940’ta Fransa’ya yeniden saldırdı ve Vichy hükümeti ile bir andlaşma imzaladı. Fransa Eylül 1944’te Müttefiklerce kurtarıldıktan sonra 1946’ya dek görev yapacak olan Gen.Charles de Gaulle geçici hükümetin başkanı oldu ve yeni bir anayasa için seçmenlerin onayını almayı başardı. Güçlü yönetici Avrupa Ekonomik Topluluğu bağlamında Fransız ekonomik ve teknolojik gelişmelerini ilerletti.
Fransa 1954’te Hindiçini’den, 1956’da Morocco ve Tunus’tan çekildi. 1958-62’de geriye kalan Afrika topraklarının çoğu özgürlüklerine kavuştu. 1966’da Fransa, NATO’nun askeri emri üzerine bütün askerlerini geri çekti, buna karşılık 60.000 askeri Almanya’da kaldı.
Mayıs 1968’de isyancı öğrenciler Paris’te ve diğer merkezlerde ayaklanarak polisle çatışmaya girdiler, onlara ulus çapında grevleri başlatan işçiler de katıldı. Hükümet, 26 Mayıs’ta grevcilere ücret artışı sözü verdi. De Gaulle, anayasal reformlar hakkında ulus çapında bir halk oylamasını kaybetmesi üzerine Nisan 1969’da görevinden istifa etti.
10 Mayıs 1981’de Francois Mitterand adlı sosyalist aday başkan seçildi. Hükümet Eylül’de 5 büyük endüstriyi ve özel bankaların çoğunu millileştirdi. Bununla birlikte 1986’dan 1993’e kadar Fransa’da pek çok devlet şirketinin satışa sunduğu bir özelleştirme programı izlenmeye devam etti. Mitterand 1988’de ikinci kez 7 yıllık bir dönem için seçildi.
1993’te ülkeye girişler için daha sıkı kurallar getirildi ve hükümetin yabancıları ülke dışına çıkarması kolaylaştırıldı. Haziran 1994’te Ruanda’ya sivilleri devam eden katliamdan korumak amacıyla Fransız askerleri gönderildi.
14 Ağustos 1994’te Çakal Carlos adı ile bilinen uluslararası terörist Sudan’da yakalandı (İlich Ramirez Sanchez), Fransa’ya gönderildi ve orada ömür boyu hapse mahkum edildi.
Korsika
Gıdaları soğukta veya dondurarak muhafaza en çok başvurulan ve püf noktaları olan yöntemlerdir. Bu arada gıda muhafazasında tam tersi yollar da vardır. Isıtarak muhafaza ve kurutma gibi. Hatta turşu kurmak bile bir muhafaza yöntemidir. Dondurarak muhafazaya geçmeden önce pastörizasyon, sterilizasyon gibi sık sık ismini duyduğumuz veya etiketlerin üzerlerinde gördüğümüz terimlerin anlamlarına bir bakalım.
Gıdaları daha dayanıklı kılmak amacıyla uygulanan yöntemlerden pastörizasyon ve sterilizasyon ısıl uygulama ile muhafaza anlamına gelmektedirler. Sterilizasyonda gıda 100 derecenin üzerinde ısıtılır. 100 derecenin altındaki ısıl uygulamalar ise pastörizasyon adını alır. Her iki yöntemde de amaç daha işin başında bakteri ve mikropları öldürmektir.
Hangi yöntemin uygulanacağını gıdanın asit durumu belirler. Asit oranı fazla gıdalarda bakteri ve mikropların ısıya dirençleri azalır. Bunun için düşük asitli gıdalar sterilize edilirlerken yüksek asitli gıdalar pastörize edilirler. Ancak sütte durum farklıdır. Süte pastörizasyon işleminin uygulanmasının asıl amacı dayanıklı bir ürün elde etmekten ziyade verem mikrobunu öldürmektir.
Kurutarak saklamada, su ortamdan uzaklaştırılır. Böylece bakteri ve mikropların gelişmesi önlenir, biyokimyasal reaksiyonlar en aza indirilir. Ancak yine de bazı kimyasal reaksiyonlar oluşur ve bunlar da renk koyulaşmasına ve gıdanın acılaşmasına yol açarlar.
Soğukta muhafazada, gıdanın hücre suyu, en fazla donma noktasına kadar soğutulur. Meyve ve sebzelerde bu sıcaklık +4 ile -2 derece arasındadır. Bu yöntemin en yaygın kullanma yeri buzdolabıdır ve dondurarak muhafaza ile karıştırılmaması gerekir.
Günümüzde gıdaların dondurularak saklanması çok yaygın bir şekilde uygulanan en iyi muhafaza yöntemidir. Bu yöntemde hücre suyunun donması ve hücrelerin ölmesinin sağlanmasına kadar sıcaklık düşürülür. Gıdalar genellikle -40 derecede dondurulur, -18 veya -20 derecede muhafaza edilir.
Gıdadaki su miktarının azalması bakteri ve mikropların yaşamalarına uygun olmayan bir ortam yaratır. Ancak dokulardaki suyun donarak buza dönüşmesi sırasında hacim büyüdüğünden hücrelerdeki doku yapıları da bozulabilir. Bunu önlemek için donma olayının hızı çok iyi kontrol edilmelidir.
Gıdaları yavaş yavaş dondurursak oluşan buz kristalleri hücre dokularını parçalayacağından, yapısı bozulmuş olan bu gıda çözünme sırasında dışarıdan gelecek bakterilerin hücumuna karşı direnç gösteremez ve çabucak bozulur, donma sırasında oluşan buz kristallerinin boyutları, donma hızına bağlıdır. O halde donma, buz kristallerinin büyümelerine fırsat bırakmayacak şekilde mümkün olduğunca hızlı olmalıdır (şok donma).
Bu şekilde dondurulmuş gıdalar tüketiciye ulaşana kadar dondurulmuş durumda olmalı ve depolarda -18 derecenin üstüne çıkılmamalıdır. Çünkü bir kere dondurulduktan sonra çözülen gıda artık steril değildir, hatta bu durumda bozulma daha hızlı oluşur, tekrar dondurmak da çare değildir.
Konum: Orta Amerika, Karayip Denizi’nin kıyısında, Honduras ve Belize arasında ve Kuzey Pasifik Okyanusu kıyısında, El Salvador ve Meksika arasında yer almaktadır.
Coğrafi konumu: 15 30 Kuzey enlemi, 90 15 Batı boylamı.
Haritadaki konumu: Orta Amerika ve Karayipler.
Yüzölçümü: 108,890 km².
Sınırları: toplam: 1,687 km.
sınır komşuları: Belize 266 km, El Salvador 203 km, Honduras 256 km, Meksika 962 km.
Sahil şeridi: 400 km.
İklimi: tropikal; mevsimler alçak bölgelerde sıcak ve nemli, yüksek arazilerde serin yaşanır.
Arazi yapısı: Arazi çoğunlukla dar kıyı ovaları olan dağlık bölgelerden ve engebeli kireçtaşı platolarından oluşmaktadır.
Deniz seviyesinden yüksekliği: en alçak noktası: Pasifik Okyanusu 0 m; en yüksek noktası: Tajumulco yanardağı 4,211 m.
Doğal kaynakları: petrol, nikel, seyrek ağaçlar, hidro enerji.
Arazi kullanımı: tarıma uygun topraklar: %13.22.
daimi ekinler: %5.6.
Diğer: %81.18 (2005 verileri).
Sulanan arazi: 1,300 km² (2003 verileri).
Doğal afetler: Dağlarda sayısız yanardağlar, arada sırada ser depremler ortaya çıkmaktadır. Karayip sahilleri kasırga ve tropikal fırtınalara meyillidirler.
Coğrafi Not: Batı kıyısında hiçbir doğal korunak yoktur.
Nüfus Bilgileri
Nüfus: 12,293,545 (temmuz 2006 verileri).
Nüfus artış oranı: %2.27 (2006 verileri).
Mülteci oranı: -1.94 mülteci/1,000 nüfus (2006 tahmini).
Bebek ölüm oranı: 30.94 ölüm/1,000 doğan bebek (2006 tahmini).
Bebek ölüm oranı: Toplam nüfus: 69.38 yıl.
Erkeklerde: 67.65 yıl.
Kadınlarda: 71.18 yıl (2006 verileri).
Ortalama çocuk sayısı: 3.82 çocuk/1 kadın (2006 tahmini).
HIV/AIDS - hastalıklarına yakalanan yetişkin sayısı: %1.1 (2003 verileri).
HIV/AIDS - hastalığı olan insan sayısı: 78,000 (2003 verileri).
HIV/AIDS - hastalıklarından ölenlerin sayısı: 5,800 (2003 verileri).
Ulus: Guatemalalı.
Nüfusun etnik dağılımı: Melezler, yaklaşık %55, Amerika yerlileri, yaklaşık %43, beyazlar ve diğer %2.
Din: Roma Katolikleri, Protestanlar, yerel Maya inançları.
Diller: İspanyolca %60, Amerika dilleri %40 (Quiche, Cakchiquel, Kekchi, Mam, Garifuna ve Xinca’yı da içine alan 20 den fazla Kızılderili dili).
Okur yazar oranı: 15 yaş ve üzeri için veriler.
Toplam nüfusta: %70.6.
erkekler: %78.
kadınlar: %63.3 (2003 verileri).
Yönetimi
Ülke adı: Resmi tam adı: Guatemala Cumhuriyeti.
kısa şekli : Guatemala.
Yerel tam adı: Republica de Guatemala.
yerel kısa şekli: Guatemala.
Yönetim biçimi: Başkanlık Tipi Cumhuriyet.
Başkent: Guatemala.
İdari bölümler: 22 bölge; Alta Verapaz, Baja Verapaz, Chimaltenango, Chiquimula, El Progreso, Escuintla, Guatemala, Huehuetenango, Izabal, Jalapa, Jutiapa, Peten, Quetzaltenango, Quiche, Retalhuleu, Sacatepequez, San Marcos, Santa Rosa, Solola, Suchitepequez, Totonicapan, Zacapa.
Bağımsızlık günü: 15 Eylül 1821 (İspanya’dan).
Milli bayram: Bağımsızlık günü, 15 Eylül (1821).
Anayasa: 31 Mayıs 1985.
Üye olduğu uluslararası örgüt ve kuruluşlar: BCIE, CACM (Orta Amerika Ortak Pazar
Biz zaten her gün evimizde otururken dünyanın kendi çevresinde dönmesinden dolayı, dünyanın çapı kadar, güneşe 12 bin kilometre yaklaşıp uzaklaşıyoruz. Elips şeklindeki yörüngesinde dünya güneşin etrafında dönerken güneşe en fazla yaklaştığı mesafe 147 milyon, en uzaklaştığı mesafe ise 152 milyon kilometredir. Yani dünya zaten bir yıl içinde güneşe 5 milyon kilometre yaklaşıp uzaklaşmaktadır. Bu durum dünyamızdaki ısıyı pek etkilemez, mühim olan ışınların dik gelmesidir.
Güneşin dünyamızda yarattığı sıcaklık, ışınlarının yeryüzünden yansıması ile olur. Ondan sonra yükseldikçe nemli havada her bir kilometrede yaklaşık 6-7 derece düşer. Yani Everest’in dibi ile tepesi arasında 50 dereceden fazla sıcaklık farkı olması doğal. Bu sıcaklık düşüşü atmosferin birinci katmanına kadar böyle sürüyor. Yani yeryüzünde ısı 25 derece iken 11 kilometre tepemizde -50 dereceye kadar düşüyor. Bundan sonra sıcaklık değişiminin akıl almaz dansı başlıyor.
Atmosferin ikinci tabakası olan ve içinde ozon tabakası da bulunan 11. ve 48. kilometreler arasında hava ısısı bu sefer tam tersi yükseldikçe artıyor, tekrar sıfır dereceye kadar çıkıyor. 48. kilometreyi geçip 3. tabakaya girince ta 88. kilometreye gelene kadar tekrar düşüşe geçiyor. Bu tabakanın sonunda, yani 88. kilometrede -80 derecelere kadar düşüyor. Bundan sonra da sürekli yükselişe geçerek güneşe yaklaştıkça artıyor.
Güneşin yüzeyinden 2 milyon derece sıcaklıkla çıkan ışığın 149,5 kilometre yol kat ettikten sonra dünyamız yüzeyine yaşayabileceğimiz bir ortamı yaratacak şekilde bu kadar ince ayarla gelmesi hakikaten inanılmaz.
Yeryüzünde ısınan havanın yükseldiği doğrudur, ama hava bu enerjisini yükselirken harcar ve dağın tepesine ulaştığında çevre hava ısısı ile aynı ısı derecesine gelir. Dağ tepelerinin soğuk olmasının bir başka nedeni dağ yüzeylerinin şekilleri dolayısıyla güneş ışıklarını dik alamamalarıdır. Bu nedenle dağların etekleri bile serin olur, burada ısınıp yükselen bir hava tabakası bile oluşamaz. Ayrıca dağdaki kayalarla birlikte kar ve buz da güneş ışınlarını fazla emmez ve çoğunu yansıtırlar.
Yeryüzünün ısınmasında bulutlar da önemli rol oynarlar. Dikkat ederseniz bulutsuz geceler, bulutlu gecelerden daha soğuktur. Çünkü bulutlar yerden gelen ısıyı tekrar yere yansıtırlar. Dağ zirvelerinde ise ne bu sıcaklığı yere tekrar yansıtacak bulut vardır, ne de onu tutacak yoğunlukta atmosfer.
Biz zaten her gün evimizde otururken dünyanın kendi çevresinden dönmesinden dolayı, dünyanın çapı kadar, güneşe 12 bin kilometre yaklaşıp uzaklaşıyoruz. Elips şeklindeki yörüngesinde dünya güneşin etrafında dönerken güneşe en fazla yaklaştığı mesafe 147 milyon, en uzaklaştığı mesafe ise 152 milyon kilometredir. Yani dünya zaten bir yıl içinde güneşe 5 milyon kilometre yaklaşıp uzaklaşmaktadır. Bu durum dünyamızdaki ısıyı pek etkilemez, mühim olan ışınların dik gelmesidir.
Güneşin dünyamızda yarattığı sıcaklık, ışınların yeryüzünde yansıması ile olur. Ondan sonra yükseldikçe nemli havda her kilometrede yaklaşık 6-7 derece düşer. Yani Everest’in dibi ile tepesi arasında 50 dereceden fazla sıcaklık farkı olması doğal. Bu sıcaklık düşüşü atmosferin birinci katmanına kadar böyle sürüyor. Yani yeryüzünde ısı 25 derece iken 11 kilometre tepemizde -50 dereceye kadar düşüyor. Bundan sonra sıcaklık değişiminin akıl almaz dansı başlıyor.
Atmosferin ikinci tabakası olan ve içinde ozon tabakası da bulunan 11. ve 48. kilometreler arasında hava ısısı bu sefer tam tersi yükseldikçe artıyor, tekrar sıfır dereceye kadar çıkıyor. 48. kilometreyi geçip 3. tabakaya girince ta 88. kilometreye gelene kadar tekrar düşüşe geçiyor. Bu tabakanın sonunda, yani 88. kilometrede -80 derecelere kadar düşüyor. Bundan sonra da sürekli yükselişe geçerek güneşe yaklaştıkça artıyor.
Güneşin yüzeyinden 2 milyon derece sıcaklıkla çıkan ışığın 149.5 kilometre yol kat ettikten sonra dünyamız yüzeyine yaşayabileceğimizbir ortamı yaratacak şekilde bu kadar ince ayarla gelmesi hakikaten inanılmaz.
Yeryüzünde ısınan havanın yükseldiği doğrudur, ama hava bu enerjisini yükselirken harcar ve dağın tepesine ulaştığında çevre hava ısısı ile aynı ısı derecesine gelir. Dağ tepesinin soğuk olmasının bir başka nedenidağ yüzeylerinin şekilleri dolayısıyla güneş ışınlarını dik alamamalarıdır. Bu nedenle dağların etekleri bile serin olur, burada ısınıp yükselen bir hava tabakası bile oluşamaz. Ayrıca dağdaki kayalarla birlikte kar ve buz da güneş ışınlarını fazla emmez ve çoğunu yansıtırlar.
Yeryüzünün ısınmasında bulutlar da önemli rol oynarlar. Dikkat ederseniz bulutsuz geceler, bulutlu gecelerden daha soğuktur. Çünkü bulutlar yerden gelen ısıyı tekrar yere yansıtırlar. Dağ zirvelerinde ise ne bu sıcaklığı yere tekar yansıtacak bulut vardır, ne de onu tutacak yoğunlukta atmosfer.
Bir kısmı daha ılıman yerlere göçeler. Bu konuda kuşlar ve balıklar avantajlıdır. Bazıları kendilerini kışa adapte ederler, daha kalın yeni tüyler çıkarırlar. Hatta bazı tavşan türlerinde karda saklanabilmek için tüyler beyazlaşır. Bazıları yiyeceklerini önceden depoladıkları bir sığınak bulurlar. Bazıları da toprakta derin tüneller açarlar ama bazıları için de kış mevsimini uyuyarak geçirmekten başka çare yoktur.
Genellikle ayıların kış uykusuna yattıkları bilinir ama bu doğru değildir. Gerçi ayılar kışın mağaralarda uzun uzun uyurlar ama bu kış uykusu değildir. Daha doğrusu kış uykusu bir çeşit uyku değildir. Normal canlılarda uyanıkken ve uyku halindeyken, vücut ısısında ve metabolizmanın çalışmasında ciddi bir fark yoktur. Oysa kış uykusu, hayvanların hayat ile ölümü ayıran çizgiye kadar gelmeleri şeklinde tanımlanabilir.
Bazı hayvanların kış uykusuna yatmalarının iki sebebi vardır: Havanın çok soğuması ve yiyecek bulma güçlüğü. Soğuk havada yaşayabilmek için hayvanların daha çok enerjiye ihtiyaç duymalarına rağmen karlı kış günlerinde yiyecek bulma imkanı azalır. Kış uykusu bu zor mevsimde hayvanın enerji ihtiyacını azaltır, enerji tasarrufu sağlar.
Kış uykusu bildiğimiz şekilde uymak değildir. Buna bilim dilinde ‘’hibernasyon’’ diyorlar. Vücut ısısının ortam sıcaklığına düştüğü bu durumu birçok balık türünde, kurbağalarda, sürüngenlerde, kuşlarda ve memelilerde görebiliyoruz.
Hakiki anlamda kış uykusuna yatan bir hayvanı (hibernatör) gördüğünüde, ölmüş olduğunu sanabilirsiniz. Vücut ısıları sıfır dereceye kadar düşebilir. Bir dakika içinde sadece brkaç kez nefes alırlar, kalp atış hızı o kadar düşüktür ki, hissedilmez bile. Havalar ısındığında ise vücudun normal düzene geçmesi sadece birkaç saat alır.
Kış uykusuna yatan hayvanlar, uyku süresince kendi vücutlarındaki yağı tükettikleri gibi ara ara uyanarak bulundukları yere yazdan stok ettikleri yiyeceği yiyenler de vardır.
Kış uykusu sırasında hayvanlar vücut ağarlıklarının yüzde kırkına yakınını kaybederler. Bu kaybın yüzde doksanına periyodik olarak uyanmalardaki ısı üretimi ve enerji kaybı sebep olurken geri kalan yüzde on kayıp ise uyku sırasında olur. Kış uyksu kış boyunca sürmez. Hayvanlar havaların soğumaya başlaması ile birkaç günlük bir uyku periyoduna girerler. Kış mevsiminin şartları ağırlaştıkça bu periyotlar uzar.
Tedavi için gerekli malzeme : Karbonat, su.
Hazırlanışı : 1 bardak suya 2 kahve kaşığı karbonat konup, eritilir. Yemekten sonra içilir.
Günümüzde çiklet diye bilinen bir tür sakızı ilk çiğneyenler ise Meksika yerlileriydiler. Yerel bir ağacın özünü çıkartıyorlar, bir kapta kaynatıyorlar ve güneşte kurumaya bırakıyorlardı. Sertleşen bu ‘chickle’ (çikıl) adını verdikleri beyaz özü ise çiğniyorlardı. Kokusu ve lezzeti olmayan bu ilk sakızın günümüz sakızları ile çok bir benzerliği yoktu.
Sakızın hammaddesi ABD’ye ilk olarak Lopez de Sanna adlı bir Meksikalı general tarafından getirildi. Thomas Adam isimli bir müteşebbis bu sakız hammaddesini önce kimyasal yolla ucuz sentetik lastik elde etmek için kullandı.
Bunda başarılı olamayınca sakızı sert şekerleme ile kapladı. Bu şekilde güzel lezzet ve koku da kazandırdığı ilk ticari sakızları minik toplar halinde piyasaya sundu. Daha sonra da ince düzgün plakalar şeklinde satışa çıkardığı sakızlar için yaptığı yoğun tanıtım kampanyası sonunda işler ummadığı kadar iyi gitti. Bu, bilimsel bir başarısızlığın bir başka başarıyı yaratabileceğinin güzel bir örneğiydi.
Bugün dünyada üretilen bütün sakızlarda hemen hemen aynı maddeler kullanılır: Sakızın ana maddesine ilaveten başta şeker olmak üzere tatlandırıcılar ile lezzet ve koku veren katkı maddeleri. Bunların miktarları ve oranları sakızın tipine göre değişir. Örneğin kocaman balon yapılabilen sakızlarda ana madde daha fazladır.
Genellikle toplum içinde sürekli çiklet çiğneyenlerin bu davranışları görgüsüzlük hatta saygısızlık ifadesi olarak kabul edilir. Sakız aleyhtarlarından öğretmenler çocukların sınıfta konsantrasyonunu bozduğunu, anne ve babalar sakızı yutarsa sindirim sisteminin bloke olacağını, doktorlar da aşırı sakız çiğnemenin tükürük bezlerini kurutabileceğini ileri sürerler. Ancak yapılan araştırmalar sonucunda çiklet çiğnemenin diş sağlığı açısından faydalı olduğu tespit edilmiştir.
Ağzımızdaki tükürük salgısı dişlere dayanıklılık sağlayan kalsiyum maddesini temin etmektedir. Çiklet çiğneyen bir insanın ağzı daha fazla tükürük salgıladığından dişlerin dayanıklılığının artmasına neden olmaktadır. Örneğin ballı bir dilim ekmek yenildiğinde ağızda oluşan asit iki saat süre ile etkisini korur. Eğer yedikten sonra çiklet çiğnenmeye başlanırsa, bu asitli ortam 20 dakika gibi kısa bir sürede yok olmaktadır.
Çiklet çiğnerken ağızdaki kasların hareketleri insanın iştahını ve sigara içme arzusunu da frenler, konsantrasyonunu arttırır, gerilimini azaltır, sinir ve kaslarını gevşetir. İşte bu nedenlerle ABD Silahlı Kuvvetlerinde Birinci Dünya Savaşı’ndan itibaren tüm savaşlarda yiyecek ve su ile beraber askerlere çiklet de dağıtılmıştır.
Peki sakızı yuttuğumuzda midemizde yedi yıl kaldığı doğru mudur? Sakız bir gıda maddesi değildir. Bu nedenle midemiz bu tür şeyleri sindiremez ama bu onların midemizde devamlı olarak kalacakları anlamına gelmez. Sindirilemeseler bile midenin asit yoğunluklu sıvı ortamından diğer sindirilemeyen şeylerle birlikte, bağırsaklar yoluyla vücudu terk ederler.
Yetişkinler ise başka ırktan olan kişileri tanıyıp ayırt etmekte zorluk çekerler. Beyaz ırka göre tüm Japonların birbirlerine benzemesi gibi. Oysa aynı milletten olanların hatta dışa kapalı bir toplumda yetişmiş olanların bile yüzleri birbirlerinden çok farklıdır. Bu özellik sayesinde insanlar birbirlerini tanımayı başarırlar.
Bildiğimiz, gördüğümüz kişilerin bırakın şimdiki yüzlerini görür görmez tanımayı, o kişiye ait çocukluk fotoğrafını bile ilk gördüğümüzde, ona ait olduğunu çıkartabiliriz. Tüm insanların yüzlerinde aynı organlar var, kaş, göz, ağız, kulak, burun, vb. Beynimiz nasıl oluyor da bu organların insandan insana değişen ve her insana değişik ve kişisel bir yüz ifadesi veren bu çok küçük farkları tespit edebiliyor?
Yüzün hangi bölümünün kişiyi tanımada daha önemli bir rol oynadığı sorusu kesin bir cevap bulabilmiş değildir. İnsanların karşısındakileri tanımak için yüzün tamamına bir göz atması yeterlidir.
Karşımızdaki yüzü beynimizin algılaması ve tanıması bir kaç kademeden sonra oluyor. Önce yüzden yansıyan ışık gözümüze giriyor, yani aydınlık ortam şart. Beyin önce açık ve koyu renkli noktalan, sonra da renkleri tespit ediyor. Daha sonra da her şeklin köşelerini kontrol ediyor. Bütün bunlar çok süratli oluyor ama bir anda değil. Bu yüksek seviyede tespitte asıl şaşırtıcı olan bunu beynimizin çok küçük ve sırf bu işle görevlendirilmiş bir kısmının yapmasıdır.
Beynimizin bu minik kısmı yüz görüntüsünü tespit ettikten sonra hafıza ile kontrol ederek, kime ait olduğunu bize hatırlatıyor. Tüm bu kademelerin sırrı henüz çözülebilmiş değildir. Günümüzde en gelişmiş bilgisayarların bile halen başaramadığı bu işlem en çok bilgisayarlarla ilgili araştırma yapan bilim insanlarının ilgisini çekmektedir.
Hayvanlar insanları çoğunlukla kokularından ayırt ederlerken insan beyninin yüzleri hafızaya alma ve zamanı gelince karşılaştırmalı değerlendirme için geliştirdiği mekanizma gerçekten çok şaşırtıcıdır.
İnsan beyninin bu görüntü hafızası ile bilgisayarlar arasında çok önemli bir fark vardır. Bilgisayarlar yazı ve numaraları hafızalarına daha kolay alırlarken resimler hafızada daha çok yer kaplarlar. İnsan beyninde ise durum bunun tam tersidir. Bu nedenle beynin resim hafıza kapasitesi çok geniştir.
Beynin bir yüzü tanıyabilmesi için bazen de ilave bilgiler gerekir. İlk bakışta tanınamayan bir kişi hakkında geçmişi ile ilgili biraz bilgi verildiğinde hemen akla gelebilir. Bütün bu müthiş meziyetine rağmen beynimiz, insan isimlerini hatırlamada bu kadar başarılı değildir.
Konum: Orta Doğu’da, Umman Körfezi ve Basra Körfezi ve Hazar Denizi kıyısında, Irak ve Pakistan arasında yer almaktadır.
Coğrafi konumu: 32 00 Kuzey enlemi, 53 00 Doğu boylamı.
Haritadaki konumu: Orta Doğu.
Yüzölçümü: 1.648 milyon km².
Sınırları: toplam: 5,440 km.
sınır komşuları: Afganistan 936 km, Ermenistan 35 km, Azerbaycan sınırı 432 km, Azerbaycan - Nahçıvan sınırı 179 km, Irak 1,458 km, Pakistan 909 km, Türkiye 499 km, Türkmenistan 992 km.
Sahil şeridi: 2,440 km.
İklimi: Hazar Denizi kıyısında subtropikal iklim hakimdir. Ülke genelinde bozkır iklimi etkisini gösterir.
Arazi yapısı: Arazi engebeli, dağlarla çevrili, yüksektir; orta kısımlarda çöl ve dağ havzaları vardır; kıyılarda ovalar yer alır.
Deniz seviyesinden yüksekliği: en alçak noktası: Hazar Denizi -28 m.
en yüksek noktası: Kuh-e Damavand 5,671 m.
Doğal kaynakları: petrol, doğal gaz, kömür, krom, bakır, demir, kurşun, manganez, çinko, sülfür.
Arazi kullanımı: tarıma uygun topraklar: %9.78.
ekinler: %1.29.
Diğer: %88.93 (2005 verileri).
Sulanan arazi: 76,500 km²(2003 verileri).
Doğal afetler: Periyodik kuraklıklar, su baskınları, kum fırtınaları, depremler.
Nüfus Bilgileri
Nüfus: 68,688,433 (Temmuz 2006 verileri).
Nüfus artış oranı: %1.1 (2006 verileri).
Mülteci oranı: -0.48 mülteci/1,000 nüfus (2006 tahmini).
Bebek ölüm oranı: 40.3 ölüm/1,000 doğan bebek (2001 tahmini).
Ortalama hayat süresi: Toplam nüfus: 70.26 yıl.
Erkeklerde: 68.86 yıl.
Kadınlarda: 71.74 yıl (2006 verileri).
Ortalama çocuk sayısı: 1.8 çocuk/1 kadın (2006 tahmini).
HIV/AIDS - hastalıklarına yakalanan yetişkin sayısı: %0.01 den az (2001 verileri).
Ulus: İranlı.
Nüfusun etnik dağılımı: Persler %51, Azeriler %24, Gilaki ve Mazandarani %8, Kürt %7, Arap %3, Lur %2, Baloch %2, Türkmen %2, diğer %1.
Din: Şii Müslüman %89, Sünni Müslüman %10, Zerdüştçü, Musevi, Hıristiyan ve Bahai %1.
Diller: Persce ve Pers Lehçeleri %58, Türkçe ve Türk lehçeleri %26, Kürtçe %9, Lurice %2, Baloçice %1, Arapça %1, Türkçe %1, diğer %2.
Okur yazar oranı: 15 yaş ve üzeri için veriler.
Toplam nüfusta: %79.4.
erkekler: %85.6.
kadınlar: %73 (2003 verileri).
Yönetimi
Ülke adı: Resmi tam adı: İran İslam Cumhuriyeti.
kısa şekli : İran.
Yerel tam adı: Jomhuri-ye Eslami-ye İran.
yerel kısa şekli: İran.
ingilizce: Iran.
Yönetim biçimi: Şeriat Cumhuriyeti.
Başkent: Tahran.
İdari bölümler: 28 eyalet; Ardabil, Azarbayjan-e Gharbi, Azarbayjan-e Sharqi, Bushehr, Chahar Mahall va Bakhtiari, Esfahan, Fars, Gilan, Golestan, Hamadan, Hormozgan, Ilam, Kerman, Kermanshah, Khorasan, Khuzestan, Kohgiluyeh va Buyer Ahmad, Kordestan, Lorestan, Markazi, Mazandaran, Qazvin, Qom, Semnan, Sistan va Baluchestan, Tahran, Yazd, Zanjan.
Bağımsızlık günü: 1 Nisan 1979.
Milli bayram: Cumhuriyet Günü, 1 Nisan (1979).
Üye olduğu uluslararası örgüt ve kuruluşlar: CCC, CP, ECO (Ekonomik İşbirliği Örgütü), ESCAP (Asya ve Pasifikler Ekonomik ve Sosyal Komisyonu), FAO (Tarım ve Gıda Örgütü), G-19,
Ancak ıspanağı diğer yeşil sebzelerden ayıran, demir bakımından aşırı bir zenginlik de söz konusu değildir. Eşit ağırlıklı bir hamburgerde de ıspanak kadar demir vardır. Ayrıca bir mineralin bir sebzede çok bulunması, yenilince doğrudan vücudumuza geçeceği ve vücudumuzu bu mineraller bakımından zenginleştirip kuvvetlendireceği anlamına gelmez.
Her ne kadar çizgi roman kahramanlarının en eskilerinden olan Temel Reis zorda kalınca, bir konserve kutusu açıp içindeki ıspanağı yiyince adeleleri, pazuları şişip insan üstü bir güce sahip oluyor gibi görünüyorsa da ıspanağın içindeki gerek kalsiyumun gerekse demirin insan vücudu tarafından emilmesi zordur. Bu nedenle ıspanaktaki demirin insana pek faydası yoktur.
Temel Reis’in neden başka bir sebze değil de ıspanağı tercih ettiği konusunda, teneke kutu içinde satılan ıspanağın reklamını yapması dışında iki görüş daha var.
Birincisi, içindeki okzalik asitin verdiği ekşimsi tadı nedeniyle ıspanak yemeyi sevmeyen çocuklara bu yemeği sevdirmek. İkincisi ise ıspanakla demir, demirle kuvvet arasında ilişki kurarak demir eksikliğinin vücutta yarattığı zayıflık ve halsizliğin, ıspanak yemekle giderileceğine insanları inandırmaktır.
Demir eksikliğinin anemi denilen kansızlık hastalığı yarattığı doğrudur ama çok demir almanın da insanın kuvvetlenmesiyle fazla bir alakası yoktur. Vücudumuzun bir günlük demir ihtiyacını sadece ıspanaktan karşılayabilmek için yılda vücut ağırlığımızın iki misli kadar ıspanak yememiz gerekir ki bu da çok iyi bir fikir değildir. Ispanaktaki okzalik asit aşırı alındığında, idrarda toplanarak böbreklerde taş oluşumuna sebep olabilir.
Gelelim ıspanağın niçin yoğurtla yenildiğine. Gıdaların bileşimlerinde bulunan bazı maddeler, o gıdanın besin değerini azaltır. Örneğin ıspanakta bulunan okzalik asit, kalsiyumun vücut tarafından alınmasına mani olur. Bu nedenle okzalik asitçe zengin olan gıdalarla yoğun olarak beslenildiğinde, vücudun kalsiyumu bol gıdalarla takviye edilmesi gerekir.
Ispanak, semizotu, ebegümeci, pazı gibi gıdaların, kalsiyum zengini yoğurt ile yenilme alışkanlığının kökeni veya bilinçli olarak başlatılıp başlatılmadığı, insanların tat vermesi için mi yoksa sağlıklarını düşündükleri için mi bu alışkanlığı kazandıkları bilinmiyor ama kalsiyum eksikliğini gidermesi açısından yoğurt ilavesi son derecede yararlı ve sağlıklıdır.
Tedavi için gerekli malzeme : Hindyağı.
Hazırlanışı : Her sabah aç karnına bir çorba kaşığı hindiyağı içilir. Bu hastanın kabız olmasını önler.
Tedavi için gerekli malzeme : Kuru erik, su.
Hazırlanışı : 8 bardak suya, 250 gram kuru erik konur. Erikler pişinceye kadar kaynatılır. Günde 3 kere birer su bardağı içilir.
Tam yükselmeye başlarken yere bağlı halat kopmuş ve kontrolsuz bir şekilde 5 bin metreye kadar yükselmiş. Bundan sonra yanında bulunan tabanca ile yüksekliği kontrol için balonları tek tek patlatmaya başlamış. Bu arada yanında bulunan telsizle yakından geçebilecek uçakları ikaz etmeyi de ihmal etmemiş.
Balonları tek tek patlatarak inerken biraz da şanssızlığından, balonları bağlayan teller elektrik hatlarına takılmış ama sonunda yere sağ salim inmeyi başarmış. Bu üstün başarısından dolayı takdir bekleyen Larry’e ulusal havacılık kurallarını ihlal etti diye ilgililer çok kızmışlar ve cezalandırmaya karar vermişler. Bu hikayenin gerisi bilinmiyor ama biz hesap yolu ile kaç uçan balon bir insanın ayağını yerden kesebilir bulabiliriz. Bir litre helyum 0,18 gramdır. Bir litre hava l gramdır diye bilinir ama onun yüzde 80’inin nitrojen olduğunu düşünürsek bir litre hava, hemen hemen saf nitrojen kadar yani 1,25 gramdır diyebiliriz. Yani bir litre helyum, bir litre havadan yaklaşık l gram daha hafiftir.
30 santimetre çapındaki bir balonu tam küresel düşünüp hacmini hesap edersek 14.137 santimetreküp yani 14 litre eder. Helyumun bir litresi havadan l gram hafif olduğuna göre bu balon ucuna bağlanan 14 gram ağırlığı havaya kaldırabilir (balonun kendi ağırlığı ve ip ihmal edilerek).
Diyelim ki çocuğunuz 30 kilogram ağırlığında. Her biri 14 gram kaldırma gücündeki balonlardan 2.150 tanesini alıp eline verirseniz, bir anda yanınızdan kaybolup havalandığını görebilirsiniz, tabii teorik olarak.
Eğer daha büyük, 3 metre çapında bir kaç balon bulabilir ve helyumla şişirebilirseniz 55 kilogram ağırlığındaki eşinizi kaldırmaya 4 tanesi yetecektir.
30 metre çapındaki bir balon ise 14 ton ağırlığı kaldırabilir. Bu nedenle balon, zeplin türü hava araçlarının hacimleri çok büyüktür. Aslında bir litresinin ağırlığı 0,09 gram olan hidrojen bu işler için idealdir ama çok yanıcıdır, en ufak bir kıvılcım, patlamasına neden olabilir.
Hindenburg zeplininin bu nedenle başına gelenlerden dolayı zeplinle yolculuk tarihe karışmıştır. Helyum gazı kullanılarak tekrar eski günlerine dönmesi ümitle beklenmektedir.
- Sinirlenmeyin.
- Sigarayı bırakın.
- Şişmanlamamaya ve kilonuzu muhafaza etmeye çalışın.
- Fazla yorucu işler yapmayın.
- Uyku ve dinlenmenizi ihmal etmeyin.
- Koşmayın, acele etmeyin.
- Her gün bir öncekinden daha iyi olduğunuza inanın.
- Kabız olmamaya dikkat edin.
- Çürük dişleriniz varsa, tedavi ettirin.
- Fazla miktarda yağlı sığır veya koyun eti, sütlü şeyler yemeyin. Konserve, pastırma, salam, peynir, turşu, balık ve çikolata gibi şeyleri mümkün olduğunca azaltın.
- Yemeklere tuz koymayın. Yemeklerinizi mısırözü, ayçiçeği veya haşhaşyağı ile hazırlayın
- Bol bol taze sebze ve meyve yiyin.
- Bol bol yoğurt yiyin.
Ayrıca aşağıdaki reçetelerden dilediğinizi kullanın.
Tedavi için gerekli malzeme : Bal, su.
Hazırlanışı : 1 su bardağı suya 3 kahve kaşığı süzme bal konur. Iyice karıştırıldıktan sonra içilir. Aynı işlem her yemekten sonra tekrarlanır.
Konum: Batı Afrika’da, güneybatıda Gine Körfezi, kuzeybatıda Nijerya, kuzeydoğuda Cad, doğuda Orta Afrika Cumhuriyeti, güneyde Kongo ile çevrilidir.
Coğrafi konumu: 6 00 Kuzey enlemi, 12 00 Doğu boylamı.
Haritadaki konumu: Afrika.
Yüzölçümü: toplam: 475,440 km².
Kara: 469,440 km².
Su: 6,000 km².
Sınırları: toplam: 4,591 km.
sınır komşuları: Orta Afrika Cumhuriyeti 797 km, Cad 1,094 km, Kongo Cumhuriyeti 523 km, Ekvator Gine 189 km, Gabon 298 km, Nijerya 1,690 km.
Sahil şeridi: 402 km.
İklimi: Yıl boyunca süren sıcak bir iklim görülür. Yağışlar güneyden kuzeye doğru gidildikçe azalır.
Arazi yapısı: Sık ormanlarla kaplı yaylalar kuzeye doğru yükselir. Kuzeydeki savan düzlükler, Cad Gölü Havzası`na yaklaştıkça alçalır. Batı bölgesi ise dağlarla kaplıdır.
Deniz seviyesinden yüksekliği: en alçak noktası: Atlas Okyanusu 0 m.
en yüksek noktası: Fako 4,095 m.
Doğal kaynakları: petrol, boksit, demir, kereste - ağaç ürünleri, alüminyum.
Arazi kullanımı: tarıma uygun topraklar: %12.54.
Sürekli ekinler: %2.52.
Diğer: %84.94 (2005 verileri).
Sulanan arazi: 260 km² (2003 verileri).
Doğal afetler: Zehirli gazların yayılmasına neden olan volkanik etkinlik.
Nüfus Bilgileri
Nüfus: 17,340,702 (Temmuz 2006 verileri).
Yaş yapısı: 0-14 yaş: %41.2 (erkek 3,614,430; kadın 3,531,047).
15-64 yaş: %55.5 (erkek 4,835,453; kadın 4,796,276).
65 yaş ve üzeri: %3.2 (erkek 260,342; kadın 303,154) (2006 verileri).
Nüfus artış oranı: %2.04 (2006 verileri).
Mülteci oranı: 0 mülteci/1,000 nüfus (2006 tahmini).
Bebek ölüm oranı: 63.52 ölüm/1,000 doğan bebek (2006 tahmini).
Ortalama hayat süresi: Toplam nüfus: 51.16 yıl.
Erkek: 50.98 yıl.
Kadın: 51.34 yıl (2006 verileri).
Ortalama çocuk sayısı: 4.39 çocuk/1 kadın (2006 tahmini).
HIV/AIDS - hastalıklarına yakalanan yetişkin sayısı: %6.9 (2003 verileri).
HIV/AIDS - hastalıkları taşıyıcıları: 560,000 (2003 verileri).
HIV/AIDS - hastalıklarından ölenler: 49,000 (2003 verileri).
Ulus: Kamerunlu.
Nüfusun etnik dağılımı: Kamerun Yerlileri %31, Ekvatoral Bantu %19, Kirdi %11, Fulani %10, Kuzeybatılı Bantu %8, Doğulu Nigritic %7, diğer Afrikalılar %13, Afrikalı olmayanlar %1.
Din: Yerel inançlar %40, Hıristiyan %40, Müslüman %20.
Diller: 24 büyük Afrika dil grubu, İngilizce (resmi), Fransızca (resmi).
Okur yazar oranı: 15 yaş ve üzeri bilgiler.
Toplam nüfus: %79.
Erkek: %84.7.
Kadın: %73.4 (2003 verileri).
Yönetimi
Ülke adı: Resmi tam adı: Kamerun Cumhuriyeti.
kısa şekli : Kamerun.
Eski adı: Fransız Kamerun’u.
ingilizce: Cameroon.
Yönetim biçimi: Cumhuriyet.
Başkent: Yaounde.
İdari bölmeler: 10 bölgeye ayrılır; Adamaoua, Centre, Est, Extreme-Nord, Littoral, Nord, Nord-Ouest, Ouest, Sud, Sud-Ouest.
Bağımsızlık günü: 1 Ocak 1960 (Fransız yönetiminden ayrıldı).
Milli bayram: Cumhuriyet günü, 20 May (1972).
Anayasa: 20 Mayıs 1972 tarihinde referandum geçirilerek kabul edilmiştir; Ocak 1996 Tarihinde yeniden gözden geçirilip düzeltilmiştir.
Hukuk siste
Hazırlanışı : 4 bardak suya 5 çorba kaşığı kekik konur. Kaynatıldıktan sonra süzülür. Günde 3 kere birer çorba kaşığı içilir.
nicelik
Bir şeyin sayılabilen, ölçülebilen veya azalıp çoğalabilen durumu.
Tedavi için gerekli malzeme : Ayva
Hazırlanışı : 2 tane ayva külde pişirilip, yemeklerden önce yenir. Bunun yerine ayva marmelatı da yenebilir.
Su, kedinin tüylerini ıslatır ve bu da kedinin soğuğa karşı olan direncini azaltır. Eğer bulunduğu yerin hava şartlarına göre bu kedi için önemli ise ıslanmaktan kaçınır. Sıcak iklimlerde yaşayan aslan, kaplan, jaguar gibi akrabaları sudan kaçınmazlar. Kaplan ve jaguarlar sudaki bir avı veya düşmanı yakalamak için hiç düşünmeden suya atlayabilirler. Soğuk bölgelerde yaşayan kar leoparı gibi akrabaları da gerekirse suya girerler ama derin yerlere yaklaşmazlar.
Kedilerin sudan uzak durmalarının diğer nedenleri, zaten temiz bir hayvan olmaları, biraz kaprisli biraz da tembel olmaları ve suya girmenin menfaatleri açısından bir anlam ve amaç taşımamasıdır. Bir taraflarına su değdiğinde bütün vücutlarını yalayarak temizlemek zorunda kalmaları da cabası. Aslında kediler de diğer bir çok hayvan gibi suda gayet iyi yüzebilirler. Van ve Ankara kedileri diğer cinslere göre suyu daha çok severler.
Köpekler böyle değillerdir. Sahibi denize bir sopa veya küçük bir top attığında onu alıp geri getirmek için hiç düşünmeden, mutlu bir şekilde suya atlarlar. Karaya çıktıklarında silkelenerek etraftakilere de duş yaptırırlar. Ne var ki su, köpeklere kedilerden daha fazla zararlıdır. Köpek derisinde ter bezleri yoktur, sadece bol miktarda yağ bezi vardır.
Köpekler insanlarda olduğu gibi ısı düzenlemesi için terlemezler, ısı ayarını solunum sistemleri ile yaparlar. Çok yıkanırsalar deri kurur ve çatlar. Belki bu nedenle köpekler suya girdikten sonra tozlu topraklı yerlere gidip yatarlar.
Ev kedisinin balık sevmesinin yanında kuşlara ve farelere de olan düşkünlüğünün nedeni evcilleştirilmeden önce Nil vadisinde balık, kurbağa, küçük kuşlar ve fareleri avlayarak yaşamış olmasıdır. Zaten eski Mısırlılarda kedileri evcilleştirme düşüncesini yaratan da bu fare yakalamadaki ustalıkları olmuştur.
Günümüzde bile kedinin kuzey Hindistan ve güneydoğu Asya’da yaşayan türleri ırmakların kenarlarında dolaşarak balık avlarlar. Patileri ile balıkları sudan dışarı atar, bu arada gerekirse tamamen suya da girerler. Ev kedileri, özellikle yavru olanları havuz veya akvaryumlardaki balıklara karşı aynı eğilimi gösterirler, bu amaçla ıslanmaktan da pek kaçınmazlar.
Yunanlı tarihçi Siculus eski Mısır’ı anlatırken kedi bakıcılarının onları ekmek ve sütle beslediklerinden, Nil nehrinden getirdikleri balıkları çiğ olarak yedirdiklerinden bahseder. Günümüz kedilerinin balık merakının vahşi atalarından gelen genlerden, süt zevkinin ise Mısırlı bakıcıların yarattığı beslenme alışkanlığından kaynaklandığı anlaşılıyor.
Konum: Orta Asya, Çinin batısı.
Coğrafi konumu: 41 00 Kuzey enlemi, 75 00 Doğu boylamı.
Haritadaki konumu: Orta Asya.
Yüzölçümü: 198,500 km².
Sınırları: toplam: 3,878 km.
sınır komşuları: Çin 858 km, Kazakistan 1,051 km, Tacikistan 870 km, Özbekistan 1,099 km.
Sahil şeridi: 0 km (kara ile çevrili).
İklimi: Tien Shan’ın yüksekliklerinde kuru kıtasaldan kutupsala değişiklik görülür; güneybatıda subtropikal iklim görülür, kuzey dağ eteklerindeki bölgelerde subtropikal iklim görülür.
Arazi yapısı: Tien Shan zirvesini vadi ve havzalar kuşatmışlar.
Deniz seviyesinden yüksekliği: en alçak noktası: Kara-Darya 132 m.
en yüksek noktası: Jengish Chokusu 7,439 m.
Doğal kaynakları: Çok hidro güç, altın kaynakları ve diğer metaller, kömür, petrol, doğal gaz, cıva, bismut, kurşun, çinko.
Arazi kullanımı: tarıma uygun topraklar: %6.55.
daimi ekinler: %0.28.
Diğer: %93.17 (2005 verileri).
Sulanan arazi: 10,720 km² (2003 verileri).
Coğrafi Not: kara ile çevrili.
Nüfus Bilgileri
Nüfus: 5,213,898 (Temmuz 2006 verileri).
Nüfus artış oranı: %1.32 (2006 verileri).
Mülteci oranı: -2.5 mülteci/1,000 nüfus (2006 tahmini).
Bebek ölüm oranı: 34.49 ölüm/1,000 doğan bebek (2006 tahmini).
Ortalama hayat süresi: Toplam nüfus: 68.49 yıl.
Erkeklerde: 64.48 yıl.
Kadınlarda: 72.7 yıl (2006 verileri).
Ortalama çocuk sayısı: 2.69 çocuk/1 kadın (2006 tahmini).
HIV/AIDS - hastalıklarına yakalanan yetişkin sayısı: %0.01 den az (2001 verileri).
HIV/AIDS - hastalığı olan insan sayısı: 3,900 (2003 verileri).
HIV/AIDS - hastalıklarından ölenlerin sayısı: 200 den az (2003 verileri).
Ulus: Kırgız.
Nüfusun etnik dağılımı: Kırgız %52.4, Rus %18, Özbek %12.9, Ukrayna %2.5, Alman %2.4, diğer %11.8.
Din: Müslüman %75, Rus Ortodoksları %20, diğer %5.
Diller: Kırgızca - resmi dil, Rusça - resmi dil.
Okur yazar oranı: 15 yaş ve üzeri için veriler.
Toplam nüfusta: %98.7.
erkekler: %99.3.
kadınlar: %98.1 (1999 verileri).
Yönetimi
Ülke adı: Resmi tam adı: Kırgızistan Cumhuriyeti.
kısa şekli : Kırgızistan.
Yerel tam adı: Kyrgyz Respublikasy.
yerel kısa şekli: yok.
Eski adı: Kırgızistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti.
ingilizce: Kyrgyzstan.
Yönetim biçimi: Başkanlık Tipi Cumhuriyet.
Başkent: Bişkek.
İdari bölümler: 7 bölge ve 1 şehir; Batken Oblasty, Bishkek Shaary, Chuy Oblasty (Bishkek), Jalal-Abad Oblasty, Naryn Oblasty, Osh Oblasty, Talas Oblasty, Ysyk-Kol Oblasty (Karakol).
Bağımsızlık günü: 31 Ağustos 1991 (Sovyetler Birliğinden ayrıldı).
Milli bayram: Bağımsızlık günü, 31 Ağustos (1991).
Üye olduğu uluslararası örgüt ve kuruluşlar: AsDB (Asya Kalkınma Bankası), CCC (Gümrük İşbirliği Konseyi), CIS (Bağımsız Devletlerin Topluluğu), EAPC (Avrupa - Atlantik Ortaklık Konseyi), EBRD (Avrupa Yatırım ve Kalkınma Bankası), ECE (Birleşmiş Milletler Avrupa Ekonomik Komisyonu), ECO (Ekonomik İşbirliği Örgütü), ESCAP (Asya ve Pasifikler Ekonomik ve Sosyal Komisyonu), FAO (Tarım ve Gıda Örgütü), IBRD (Uluslararası İmar ve Kal
Tedavi için gerekli malzeme : Ispanak, su.
Hazırlanışı : 4 bardak suya yarım kilogram yıkanmış ve temizlenmiş ıspanak konur. 10 dakika kaynatıldıktan sonra süzülür. Günde 3 kere birer kahve fincanı içilir.
Konum: Batı Afrika, Güney Atlas Okyanusu kıyısında, Angola ile Gabon arasında.
Coğrafi konumu: 1 00 Güney enlemi, 15 00 Batı boylamı.
Harita konumu: Afrika.
Yüzölçümü: toplam: 342,000 km².
Kara: 341,500 km².
Su: 500 km².
Sınırları: toplam: 5,504 km.
sınır komşuları: Angola 201 km, Kamerun 523 km, Orta Afrika Cumhuriyeti 467 km, Kongo Demokratik Cumhuriyeti 2,410 km, Gabon 1,903 km.
Sahil şeridi: 169 km.
İklimi: Tropikal iklim hakimdir. Mart - Haziran ayları arası yağış mevsimi, Haziran - Ekim ayları arası kuru mevsimdir; yüksek sıcaklık derecesi ve nem oranı değişmezdir.
Arazi yapısı: Kıyı boyunca ovalar, güneyde havzalar, orta kısımda yaylalar, kuzeyde havzalar yer almaktadır.
Deniz seviyesinden yüksekliği: en alçak noktası: Atlas Okyanusu 0 m.
en yüksek noktası: Berongou Tepesi 903 m.
Doğal kaynakları: petrol, kereste, potas, kurşun, çinko, uranyum, bakır, fosfatlar, doğal gaz, hidro güç.
Arazi kullanımı: tarıma elverişli: %1.45.
Sürekli ekinler: %0.15.
Diğer: %98.4 (2005 verileri).
Sulanan arazi: 20 km² (2003 verileri).
Doğal afetler: Mevsimsel su baskınları.
Nüfus Bilgileri
Nüfus: 3,702,314 (Temmuz 2006 verileri).
Nüfus artış oranı: %2.6 (2006 verileri).
Mülteci oranı: -3.62 mülteci/1,000 nüfus (2006 tahmini).
Cinsiyet oranı: doğumlarda: 1.03 erkek/kadın.
15 yaş altı: 1.01 erkek/kadın.
15-64 yaş: 0.98 erkek/kadın.
65 yaş ve üzeri: 0.7 erkek/kadın.
Toplam nüfusta: 0.99 erkek/kadın (2006 verileri).
Bebek ölüm oranı: 85.29 ölüm/1,000 doğan bebek (2006 tahmini).
Ortalama hayat süresi: Toplam nüfus: 52.8 yıl.
Erkek: 51.65 yıl.
Kadın: 53.98 yıl (2006 verileri).
Ortalama çocuk sayısı: 6.07 çocuk/1 kadın (2006 tahmini).
HIV/AIDS - hastalıklarına yakalanan yetişkin sayısı: %4.9 (2003 verileri).
HIV/AIDS - hastalıkları taşıyan insan sayısı: 90,000 (2003 verileri).
HIV/AIDS - ölümleri: 9,700 (2003 verileri).
Ulus: Kongolu.
Nüfusun etnik dağılımı: Kongo %48, Sangha %20, M’Bochi %12, Teke %17, Avrupalılar 8,500.
Dinler: Hıristiyanlık %50, animizm %48, Müslümanlık %2.
Diller: Fransızca (resmi), Lingala ve Monokutuba, diğer yerel diller ve lehçeler (Kikongo en çok kullanılanıdır).
Okur yazar oranı: 15 yaş ve üzeri bilgiler.
Toplam nüfus: %83.8.
Erkek: %89.6.
Kadın: %78.4 (2003 verileri).
Yönetimi
Ülke adı: Resmi tam adı: Kongo Cumhuriyeti.
Yerel tam adı: Republique du Congo.
Eski adı: Orta Kongo, Kongo/Brazzaville, Kongo.
ingilizce: Congo, Republic of the.
Yönetim Biçimi: Cumhuriyet.
Başkent: Brazzaville.
İdari bölmeler: 9 bölge ve 1 başkent; Bouenza, Brazzaville, Cuvette, Kouilou, Lekoumou, Likouala, Niari, Plateaux, Pool, Sangha.
Bağımsızlık günü: 15 Ağustos 1960 (Fransa’dan).
Milli bayram: Bağımsızlık günü, 15 Ağustos (1960).
Anayasa: Eylül 2000.
Hukuk sistemi: Fransız hukuku temel alınmıştır.
Üye olduğu uluslararası örgüt ve kuruluşlar: ACCT, ACP (Afrika - Karayip - Pasifik Ülkeleri), AfDB (Afrika Kalkınma Bankası), BDEAC, CCC (Gümrük İşbirliği Konsey
- Ortakulak İltihabı : Bademcik veya gırtlakta meydana gelen iltihaplar grip, kızamık, kuşpalazı, kızıl gibi hastalıklar ortakulağın iltihaplanmasına neden olabilir. Hastada, yüksek ateş ve kulak ağrısı görülür. Kulağa sıcak pansumanlar yapmak, ağrıları dindirir.
- Kulak Arkasındaki Kemiğin İltihabı : Nedeni, genellikle ortakulaktaki iltihabın, kulak arkasındaki kemiğe doğru yayılmış olmasıdır. Hastada ateş, kulak ağrısı, koyu kulak akıntısı, halsizlik görülür. İşitme azalır. Çaresi ameliyattır.
Tedavi için gerekli malzeme : Zeytinyağı, havlu.
Hazırlanışı : 2 çorba kaşığı zeytinyağı ısıtılır. Ilıdıktan sonra kulak borusuna 3 damla konup ılık bir havluyla kapatılır.
Üniformalardaki haki renk ise ilk kez İngilizler tarafından 1850’li yıllarda Hindistan’da kullanılmaya başlanmıştır. Britanya ordusundan Hary Lumsden İngiliz askerlerinin beyaz üniformaları nedeni ile kolay hedef olduklarını fark edince, üniformaların üzerine toz ve çamur sürerek ve biraz da çay ile boyayarak renklerini gölgeli kahverengine dönüştürmüş ve giysilerin rengini araziye uydurmaya çalışmıştır. Toprak rengine benzeyen bu üniformalara Hintçe toprak rengi anlamına gelen ‘Khaki’ adı verilmiş ve Türkçe’ye de ‘haki’ olarak geçmiştir.
Khaki 20. yüzyılın başlarında günün standartlarına göre değiştirildi. Bu model Amerikan özel timleri tarafından tehlikeli görevlerde kullanılmaya başlanıldı. Birinci Dünya Savaşı’nda da kullanılan bu renkteki kumaşlar çok sert oldukları için askerlerin hareket kabiliyetlerini azaltıyor ve ıslandıkça daralıyorlardı. 1932 yılında pamuktan üretilen ‘cramerton’ ordu elbisesi dayanıklı olması ve içinde kolayca hareket edilebilmesi açısından İkinci Dünya Savaşı’nda ordunun kullandığı en yaygın arazi elbisesi haline geldi.
Bir sonraki aşama ise askerlerin düşman tarafından görülmemesini sağlayacak kadar araziye uygun ama aynı zamanda aynı tarafın askerlerinin birbirlerini vurmamasını sağlayacak şekilde ayırt edilebilir kumaş renk ve desenini yaratmaktı.
Aslında kamuflaja ilk olarak askerler tarafından değil, hayvanların kendilerini fark etmelerini önlemek için avcılar tarafından başvurulmuştu. Kamuflaj desenlerini yaratabilmek için İngiliz ve Fransız orduları ressamlarla işbirliği yapmıştır. Hatta Picasso’nun ordu giysilerini görünce, ‘Bunlar benim desenlerim’ diye bağırdığı bile rivayet edilir.
hay. b. kurtçuk
Bazı hayvanların, özellikle böceklerin yumurtadan çıktıktan sonra, krizalit veya ergin karakterlerini kazanmadan önceki evresi.
Aslında estikleri yönlere göre adlandırılan sekiz ana rüzgar vardır. Kuzeyden = YILDIZ, kuzeydoğudan = POYRAZ, doğudan = GÜNDOĞUSU, güneydoğudan = KEŞİŞLEME, güneyden = KIBLE, güneybatıdan = LODOS, batıdan = GÜNBATISI ve kuzeybatıdan = KARAYEL. Yani Lodos tam güneyden değil güneybatıdan eser. İmbat, meltem gibi genellikle denizden karaya esen yerel rüzgarlar ise yöreye göre özel adlar alırlar.
Belirli havalarla insanın ruhsal durumu ve anti-sosyal davranışları arasında ilişki vardır. Genel olarak ilkbaharla beraber ve yaza doğru suçların arttığını istatistikler göstermektedir. Aslında havalar ısındıkça insanlar çevreleri ile daha ilgisiz ve enerjisiz olurlar ancak tarihle savaşlar, ihtilaller ve halk ayaklanmalarının çoğu yılın bu bölümünde olmuştur.
Rüzgarlar da iklim ve insan davranışını etkileyici faktörlerden biridir. Rüzgar üzerinden geçtiği bölgelerin iklimini de taşır. Bu iklimlerin rüzgarın estiği bölgedeki iklime göre farkı, rüzgarın insan üzerindeki etkisini belirler. Örneğin kutup bölgeleri ve civarlarında iklimler çok az farklı olduğu için rüzgar önemli bir rol oynamaz. Yurdumuz ve benzeri bölgelerde belirli yönden esen rüzgarlar çoğu kez olağan iklimi, sıcaklık, nem ve basınç yapılarını aniden değiştirdikleri için az çok insan hayatını etkilerler.
Genellikle nemini bırakmış olan kuru güney rüzgarları, özellikle güneşli havalarda iyice kızışır ve elektriklenirler. İşte Lodos adı verilen bu kaprisli güney rüzgarları insanlarda ruhsal sıkıntı yaratır. Baş dönmesine, gece uykusuzluğuna, baş ve mide ağrılarının yanında huzursuzluk duygularına da yol açar. Lodoslu günlerde trafik kazalarının, kalp krizlerinin, astım nöbetlerinin, erken doğumların ve hatta intiharların sayılarının arttığı gözlemlenmiştir.
Halk arasında, genellikle yağmur getirdiği için “Lodos’un gözü yaşlıdır” diye bir deyim vardır. İnsanların çoğu bir barometre gibi havaya ve yağmur öncesine duyarlıdırlar. Havanın dönmesinden çok az önce gerginlik, ruhsal çöküntü ve sıkıntı belirtileri gösterirler.
Lodos’un insanlar üzerinde yarattığı etkilerin sebepleri ve Lodos rahatsızlıklarına ne gibi önlemler alınabileceği konusunda çalışmalar devam etmektedir. İşin ilginç yanlarından biri de, Lodos etkisi altında bulunan bir bölgeye yerleştirilenlerin ancak bir kaç yıl sonra rüzgarın etkisinden rahatsız olmaya başlamalarıdır.
Konu rüzgardan açılmışken güncel bir tartışmaya da değinmeden geçmeyelim. Rüzgar bir hava akımıdır, yani hava olmazsa rüzgar da olmaz. Öyleyse Armstrong’un Ay’a ayak basar basmaz diktiği bayrak nasıl dalgalanıp duruyor? Ay’da hava olmadığına göre hangi rüzgar bu bayrağı sürekli dalgalandırıyor?
Ay’a gidildiğine inanmayanlar tarafından delil olarak ileri sürülen bu olay yolculuktan önce düşünülmüş, bayrak direğinin üstüne çok ince yatay bir çubuk tutturulmuş ve bayrak yandan ve üstten sabitlenmişti. İlk bakışta bayrağın dalgalanıyormuş izlenimini veren bu durum fotoğrafa dikkatlice bakınca fark edilebiliyordu.
Aslında estikleri yönlere göre adlandırılan sekiz ana rüzgar vardır.
Yani Lodos tam güneyden değil güneybatıdan eser. İmbat, meltem gibi genellikle denizden karaya esen yerel rüzgarlar ise yöreye göre özel adlar alırlar.
Belirli havalarla insanın ruhsal durumu ve anti-sosyal davranışları arasında ilişki vardır. Genel olarak ilkbaharla beraber va yaza doğru suçların arttığını istatistikler göstermektedir. Aslın da havalar ısındıkça insanlar çevreleri ile daha ilgisiz ve enerjisiz olurlar ancak tarihte savaşlar, ihtilaller ve halk ayaklanmalarının çoğu yılın bu bölümünde olmuştur.
Rüzgarlar da iklim ve insan davranışını etkileyici faktörlerden biridir. Rüzgar üzerinden geçtiği bölgelerin iklimini de taşır. Bu iklimlerin rüzgarın estiği bölgedeki iklime göre farkı, rüzgarın insan üzerindeki elkisini belirler. Örneğin kutup bölgeleri ve civarlarında iklimler çok az farklı olduğu için rüzgar önemli bir rol oynamaz. Yurdumuz ve benzeri bölgelerde belirli yönden esen rüzgarlar çoğu kez olağan iklimi, sıcaklık, nem ve basınç yapılarını aniden değiştirdikleri için az çok insan hayatını etkilerler.
Genellikle nemini bırakmış olan kuru güney rüzgarları, özellikle güneşli havalarda iyice kızışır ve elektriklenirler. İşte Lodos adı verilen bu kaprisli güney rüzgarları insanlarda ruhsal sıkıntı yaratır. Baş dönmesine, gece uykusuzluğuna, baş ve mide ağrılarının yanında huzursuzluk duygularına da yol açar. Lodoslu günlerde trafik kazalarının, kalp krizlerinin, astım nöbetlerinin, erken doğumların ve hatta intiharların sayılarının arttığı gözlemlenmiştir.
Halk arasında, genellikle yağmur getirdiği için “Lodos’un gözü yaşlıdır” diye bir deyim vardır. İnsanların çoğu bir barometre gibi havaya ve yağmur öncesine duyarlıdırlar. Havanın dönmesinden çok az önce gerginlik, ruhsal çöküntü ve sıkıntı belirtileri gösterirler.
Lodos’un insanlar üzerinde yarattığı etkilerin sebepleri ve Lodos rahatsızlıklarına ne gibi önlemler alınabileceği konusunda çalışmalar devam etmektedir. İşin ilginç yanlarından biri de, Lodos etkisi altında bulunan bir bölgeye yerleştirilenlerin ancak bir kaç yıl sonra rüzgarın etkisinden rahatsız olmaya başlamalarıdır.
Konu rüzgardan açılmışken güncel bir tartışmaya da değinmeden geçmeyelim. Rüzgar bir hava akımıdır, yani hava olmazsa rüzgar da olmaz. Öyleyse Armstrong’un Ay’a ayak basar basmaz diktiği bayrak nasıl dalgalanıp duruyor? Ay’da hava olmadığına göre hangi rüzgar bu bayrağı sürekli dalgalandırıyor?
Ay’a gidildiğine inanmayanlar tarafından delil olarak ileri sürülen bu olay yolculuktan önce düşünülmüş, bayrak direğinin üstüne çok ince yatay bir çubuk tutturulmuş ve bayrak yandan ve üstten sabitlenmisti. İlk bakışta bayrağın dalgalanıyormuş izlenimini veren bu durum fotoğrafa dikkatlice bakınca fark edilebiliyordu.
Konum: Orta Avrupa, Romanya’nın kuzeybatısı.
Coğrafi konumu: 47 00 Kuzey enlemi, 20 00 Doğu boylamı.
Haritadaki konumu: Avrupa.
Yüzölçümü: 93,030 km².
Sınırları: toplam: 2,171 km.
sınır komşuları: Avusturya 366 km, Hırvatistan 329 km, Romanya 443 km, Sırbistan 151 km, Slovakya 677 km, Slovenya 102 km, Ukrayna 103 km.
Sahil şeridi: 0 km (kara ile çevrili).
Denizleri: yok (kara ile çevrili).
İklim: Ilıman; kışlar soğuk, bulutlu ve nemli, yazlar ılımlı geçer.
Deniz seviyesinden yüksekliği: en alçak noktası: Tisza Nehri 78 m.
en yüksek noktası: Kekes 1,014 m.
Doğal kaynakları: Boksit, kömür, doğal gaz, işlenebilir arazi.
Arazi kullanımı: tarıma uygun topraklar: %49.58.
daimi ekinler: %2.06.
Diğer: %48.36 (2005).
Sulanan arazi: 2,300 km² (2003 verileri).
Nüfus Bilgileri
Nüfus: 9,981,334 (Temmuz 2006 verileri).
Nüfus artış oranı: %-0.25 (2006 verileri).
Mülteci oranı: 0.86 mülteci/1,000 nüfus (2006 tahmini).
Bebek ölüm oranı: 8.39 ölüm/1,000 doğan bebek (2006 tahmini).
Ortalama hayat süresi: Toplam nüfus: 72.66 yıl.
Erkeklerde: 68.45 yıl.
Kadınlarda: 77.14 yıl (2006 verileri).
Ortalama çocuk sayısı: 1.32 çocuk/1 kadın (2001 tahmini).
HIV/AIDS - hastalıklarına yakalanan yetişkin sayısı: %0.1 (2001 verileri).
HIV/AIDS - hastalığı olan insan sayısı: 2,800 (2001 verileri).
HIV/AIDS - hastalıklarından ölenlerin sayısı: 100 den az (2001 verileri).
Ulus: Macar.
Nüfusun etnik dağılımı: Macar %89.9, Romalı %4, Alman %2.6, Sırp %2, Slovak %0.8, Romanyalı %0.7.
Din: Roma Katolikleri %67.5, Calvinist %20, Lutherci %5, ateist ve diğer %7.5.
Diller: Macar %98.2, diğer %1.8.
Okur yazar oranı: 15 yaş ve üzeri için veriler.
Toplam nüfusta: %99.4.
erkekler: %99.5.
kadınlar: %99.3 (2003 verileri).
Yönetimi
Ülke adı: Resmi tam adı: Macaristan Cumhuriyeti.
kısa şekli : Macaristan.
Yerel tam adı: Magyar Koztarsasag.
yerel kısa şekli: Magyarorszag.
Yönetim biçimi: Çok Partili Cumhuriyet.
Başkent: Budapeşt.
İdari bölümler: 19 bölge, 20 kentsel bölge ve 1 başkent; Bacs-Kiskun, Baranya, Bekes, Bekescsaba, Borsod-Abauj-Zemplen, Budapest, Csongrad, Debrecen, Dunaujvaros, Eger, Fejer, Gyor, Gyor-Moson-Sopron, Hajdu-Bihar, Heves, Hodmezovasarhely, Jasz-Nagykun-Szolnok, Kaposvar, Kecskemet, Komarom-Esztergom, Miskolc, Nagykanizsa, Nograd, Nyiregyhaza, Pecs, Pest, Somogy, Sopron, Szabolcs-Szatmar-Bereg, Szeged, Szekesfehervar, Szolnok, Szombathely, Tatabanya, Tolna, Vas, Veszprem, Veszprem, Zala, Zalaegerszeg.
Bağımsızlık günü: 1001 (Kral Stephen tarafından birleştirilmiştir).
Milli bayram: St. Stephen Günü, 20 Ağustos.
Anayasa: 18 Ağustos 1949.
Üye olduğu uluslararası örgüt ve kuruluşlar: ABEDA, AG (Avustralya Grubu), BIS (Uluslararası İmar Bankası), CCC (Gümrük İşbirliği Konseyi), CE (Avrupa Konseyi), CEI (Orta Avrupa Girişimi), CERN (Avrupa Nükleer Araştırma Teşkilatı), EAPC (Avrupa - Atlantik Ortaklık Konseyi), EBRD (Avrupa Yatırım ve Kalkınma Bankası), ECE (Birleşmiş Milletler Avrupa Ekonomik K
Konum: Güneydoğu Avrupa’da, Balkan Yarımadası’nın ortasında yer alan Makedonya Bulgaristan, Sırbistan, Arnavutluk ve Yunanistan arasındadır.
Coğrafi konumu: 41 50 N, 22 00 E.
Haritadaki konumu: Avrupa.
Yüzölçümü: 25,333 km².
Sınırları: toplam: 766 km.
sınır komşuları: Arnavutluk 151 km, Bulgaristan 148 km, Yunanistan 246 km, Sırbistan 221 km.
Sahil şeridi: 0 km (kara ile çevrili).
Denizleri: yok (kara ile çevrili).
İklim: Yazları ılıman ve kuru, sonbahar ayları oldukça soğuk rüzgarlı ve kar yağışlı geçer.
Arazi yapısı: Dağlık arazi derin havzalar ve vadilerle çevrilidir, ülke üç büyük göle sahiptir ve Vardar Nehri ile iki parçaya bölünmüştür.
Deniz seviyesinden yüksekliği: en alçak noktası: Vardar Nehri 50 m; en yüksek noktası: Golem Korab (Maja e Korabit) 2,753 m.
Doğal kaynakları: Krom, kurşun, çinko, manganez, tungsten, nikel, demir, asbest, kükürt, kereste, işlenebilir topraklar.
Toprakları: Tarıma elverişli: %22.01.
sürekli ekilen: %1.79.
Diğer: %76.2 (2005 verileri).
Sulanan arazi: 550 km² (2003 verileri).
Doğal afetler: Yüksek deprem riski.
Nüfus Bilgileri
Nüfus: 2,050,554 (Temmuz 2006 verileri) Nüfusun 170.000 kadarının Türk olduğu tahmin edilmektedir.
Nüfus artış oranı: %0.26 (2006 verileri).
Mülteci oranı: -0.65 mülteci/1,000 nüfus (2006 tahmini).
Bebek ölüm oranı: 9.81 ölüm/1,000 doğan bebek (2006 tahmini).
Ortalama hayat süresi: Toplam nüfus: 73.97 yıl.
Erkeklerde: 71.51 yıl.
Kadınlarda: 76.62 yıl (2006 verileri).
Ortalama çocuk sayısı: 1.57 çocuk/1 kadın (2006 tahmini).
HIV/AIDS - hastalıklarına yakalanan yetişkin sayısı: %0.01 den az (2001 verileri).
HIV/AIDS - hastalığı olan insan sayısı: 200 den az (2003 verileri).
HIV/AIDS - hastalıklarından ölenlerin sayısı: 200 den az (2003 verileri).
Ulus: Makedonyalı.
Nüfusun etnik dağılımı: Makedonyalı %66.6, Arnavut %22.7, Türk %4, Romalı %2.2, Sırp %2.1, diğer %2.4 (1994).
Din: Makedonya Ortodoksları %67, Muslümanlar %30, diğer %3.
Diller: Makedonca %70, Arnavutça %21, Türkçe %3, Sırp - Hırvatça %3, diğer %3.
Yönetimi
Ülke adı: Resmi adı: Makedonya Cumhuriyeti.
yerel adı: Republika Makedonija.
yerel kısa adı: Makedonija.
kısaltma: FYROM (ing.).
Yönetim biçimi: Başkanlık Tipi Cumhuriyet.
Başkent: Üsküp (Skopje).
İdari bölümler: 123 belediye; Aracinovo, Bac, Belcista, Berovo, Bistrica, Bitola, Blatec, Bogdanci, Bogomila, Bogovinje, Bosilovo, Brvenica, Cair (Skopje), Capari, Caska, Cegrane, Centar (Skopje), Centar Zupa, Cesinovo, Cucer-Sandevo, Debar, Delcevo, Delogozdi, Demir Hisar, Demir Kapija, Dobrusevo, Dolna Banjica, Dolneni, Dorce Petrov (Skopje), Drugovo, Dzepciste, Gazi Baba (Skopje), Gevgelija, Gostivar, Gradsko, Ilinden, Izvor, Jegunovce, Kamenjane, Karbinci, Karpos (Skopje), Kavadarci, Kicevo, Kisela Voda (Skopje), Klecevce, Kocani, Konce, Kondovo, Konopiste, Kosel, Kratovo, Kriva Palanka, Krivogastani, Krusevo, Kuklis, Kukurecani, Kumanovo, Labunista, Lipkovo, Lozovo, Lukovo, Makedonska Kamenica, Makedonski B
Tedavi için gerekli malzeme : Papatya, su.
Hazırlanışı : Bir bardak sıcak suya 3 tane papatya konur. 5 dakika bekletildikten sonra süzülüp içilir. Günde 2 kere tekrarlanır.
gök b. orta yuvar
Yer hava yuvarında kat yuvarının üzerinde, sıcaklığın azaldığı yaklaşık 60-80 kilometre arasındaki katman.
Koku duyumuz anlaşılması en güç olan duyumuzdur. Bellek ve duygularımızla çok ilgilidir. Bir toprak yolda yürürken yağmur kokusu aldığımızda, birden bir çocukluk anımız canlanabilir.
Peki bir koku duyduğumuz zaman ne oluyor? Bu kokuyu diğerlerinin arasından nasıl tanıyoruz? Beynimiz bu farklı uyarıları nasıl algılıyor? Bir kokunun oranı, bir litre havanın içinde bir miligramın milyonda birinden bile küçük olsa onu nasıl ayırt edebiliyor?
Aslında tek bir koklama ile hemen hemen yeterli algılamayı sağlarız. Normal bir insan dakikada 30 litre havayı içine çekip koklayabilir. Ancak belli bir zaman sonra algılama süratle azalır, yani bir kokunun içinde uzun zaman kalırsak artık onu duymamaya başlarız. Kokunun hangi yönden geldiğini ise burun deliklerimize gelişi arasındaki anlık farktan anlarız.
Koku alma kapasitemiz şüphesiz koku kaynağının gücüne de bağlıdır. Havanın bir litresinde 5,83 miligram eter olunca kokuyu ancak hissederiz de 0,000.000.4 miligram sarımsak kokusu bile hemen hissedilebilir. En güçlü koku çürük yumurta kokusudur. Bu kokunun molekülleri havada 100 bin molekül içinde bir tane dahi olsa burnumuz tarafından hemen algılanır. Bir kokunun artıp azaldığını hissedebilmek için, onun hava içindeki oranının en az yüzde 30 değişmesi gerekir.
İnsanlar gün başlarken daha iyi koku alırlarken kahvaltıdan sonra koku hissi azalır. İlkbahar ve yazın ise kışa göre daha kuvvetlidir. Koku alma duyusunu sıcaklık, aç veya tok olma ve alınan ilaçlar da büyük ölçüde etkiler. Kadınlar erkeklerden daha iyi koku alırlar. Bu duyu 60 yaşından sonra azalmaya başlar. Koku alma duyusu eğitimle arttırılabilir.
Burnumuzun boşlukları içinde, her biri birer metal para büyüklüğünde iki koklama mukozası vardır. Buralarda milyonlarca algılama hücresi bulunur. Bu sinir hücrelerinin tüylü uçları, nefes aldığımız zaman havada bulunan koku veren molekülleri yakalarlar. Aldıkları bilgileri beyin kökündeki koklama soğanına iletirler.
Görüldüğü gibi koklama mekanizması biliniyor da sistem nasıl çalışıyor tam belli değil. Bir görüşe göre her koku molekülü kendine özgü bir frekansta titreşim yapıyor ve burnumuzdaki koku sinirleri bu özel titreşimleri algılıyor. Bu durumda koku seste olduğu gibi dalgalar halinde yayıldığından sinir hücreleri ile moleküller arasında doğrudan bir temas olması da gerekmiyor.
Bir başka görüş ise kokuyu renklere benzetiyor. Nasıl bütün renkler aslında temel renklerden oluşuyorsa, bir kaç kokunun, bütün diğer kokuların temelini oluşturduğu ileri sürülüyor.
Bazı bilim insanları ise her bir kokunun kendisinin başlı başına ayrı bir koku olduğunu, her koku için hücrelerin özel olarak ayrı ayrı görev yaptıklarını, beynin uyarının hangi hücreden geldiğine bakarak karar verdiğini düşünüyorlar. Bunun ispatlanması için her bir sinir hücresinin ayrı bir koku ile uyarılıp test edilmesi gerekir ki bu da imkansızdır.
Görüldüğü gibi burnumuz ve koku alma hissimizin sırları tam çözülebilmiş değil. Kokuları burnumuz gibi olağanüstü bir hassasiyetle ve bir saniyeden çok az bir zamanda algılayıp, ayırt edebilecek bir makineyi günümüzün gelişmiş teknolojisi bırakın yapmayı tasarlayamamaktadır bile.
Noel Baba ve benzeri batıl inançlar çocuklukta kuvvetli olup yaş ilerledikçe azalırken, nazar değme inancı bunun tam tersidir. Nazar inancının ardındaki güç, bakışın ruhla bütünleşmesidir. Bakış konuşmaya göre daha etkilidir. İnsana tam odaklanır ve daha duygusaldır. Birçoğumuz arkamız dönük olduğumuz halde kalabalık içinden birinin bize baktığını hissetmişizdir.
Nazar değmesi ile ilgili olarak en çok kabul gören görüş, gözdeki yansımadır. Eğer karşınızdaki birinin gözlerine dikkatle bakarsanız, gözlerinde kendi görüntünüzün yansıdığını görürsünüz. Eski insanlar sudan, aynadan yansıyan görüntülerinin kendi ruhları olduğuna inanıyorlardı. Karşılarındaki insanın gözleri içinde kendi küçük görüntülerini görünce tehlikede olduklarını, ruhlarının karşısındakinin gözleri içinde hapsolduğunu sanıyorlardı.
Bu korkunun dünya çapında genel bir inanca dönüşmesinin, şimdi Irak’ın bulunduğu topraklarda yaşamış eski Sümerlerden kaynaklandığı sanılıyor, Sümerlerin inançlarına göre bazı insanlar bakarak suları kurutabilir ve bu nedenle ölüme sebep olabilirlerdi. Sonradan bu inanç bir bakışla yaşayan şeyleri de kurulabilme yönünde gelişti. Örneğin, nazar değen çocukların ishal olup vücutlarının sıvı kaybetmesi, annelerin ve süt veren hayvanların sütlerinin kuruması, meyve ağaçlarının kuruması ve erkeklerin iktidarsız kalmaları vb. Görüldüğü gibi, bunların hepsinde de sıvı kaybı ve kuruma vardır.
Bu inanç doğuda Hindistan’a, batıda Portekiz ve İngiltere’ye, kuzeyde İskandinavya’ya kadar yayıldı. Böylesi bir inanca sahip olmayan Amerika, Asya, Afrika ve Avustralya’ya ise kaşifler, denizciler ve göçmenler tarafından taşındı. Ama günümüzde hala Çin, Kore, Güneydoğu Asya, Avustralya ve Amerika yerlilerinde, Afrika’da sahranın güneyinde böyle bir batıl inanç yoktur.
Doğu Akdeniz ve Ege kıyılarında bu inanca, mavi gözlü insanların daha fazla nazarlarının değdiği inancı da ilave edilmiştir. Bu yörelerde mavi gözlü insanların azlığı bunun sebebi sanılıyor. Bu nedenle buralarda nazarı geri itmek veya ayna gibi yansıtmak için mavi göz şeklinde, camdan yapılan nazarlıklar başta bebekler olmak üzere nazarın değebileceği düşünülen her yere takılmaktadır.
Önceleri esneme, insanın yorgun olduğu zamanlarda kandaki oksijen miktarını artırmak için vücudun yaptığı bir solunum sistemi refleksi olarak düşünülüyordu. Yapılan deneylerin sonucunda, esnemenin, solunum olayına kısa bir destek verdiği, ancak onun önemli bir fonksiyonu olmadığı tespit edilmiştir.
Hem burnumuzla, hem de ağzımızla nefes alabilmemize rağmen, kapalı ağızla esnemek mümkün değildir. En çok ve sık esnemenin olduğu zaman, sabah uykudan kalkma vaktidir. Ortalama bir esneme 6 saniye sürer.
Sadece insanlar değil, kediler, kuşlar, fareler ve birçok canlı türü de esner. Ancak farklı türlerdeki bu davranış biçimi, aynı fonksiyona yönelik olabilir mi? Örneğin insanların gülme olarak yaptığı yüzdeki kas hareketi diğer bazı canlılarda korkunun ifadesi olabilmektedir.
Yapılan araştırmalarda, hayvanların daha çok dikkat gerektiren bir olayı karşılama sırasında esnedikleri, insanların ise, tersine dış uyarılarda azalma olduğunda esnedikleri saptanmıştır.
Derslerde canı sıkılan öğrencilerin değil de, canı sıkıldığı halde uyumamaya çalışanların daha çok esnedikleri gözlemlenmiştir. Bir diğer görüşe göre de, sınava girecek bir öğrencinin veya yarışa girecek bir atletin çok esnemesinin sebebi, organizmanın kendini sakinleştirmesidir.
Esneme de gülme gibi bulaşıcıdır. Esneyen kişinin yüz hatlarında meydana gelen şekillenmenin, diğer insanlar üzerinde esnemeyi teşvik edici bir etki uyandırdığı tahmin ediliyor. Yani nasıl yemek yiyen bir insanı görünce acıkırsak, onun gibi bir şey.
Esnemenin bulaşıcı olduğunu ileri süren bir görüşe göre ise ilk insanlardan kalma bir davranış olarak esnemekteyiz. İlkel atalarımız akşamları ateşin etrafında topluca otururken grubun lideri tüm dişlerini göstererek esner, oturumu kapatır, artık gecenin başladığı, herkesin sabaha kadar yatması ve hareket etmemesi gerektiği sinyalini verirdi. Grubun diğer üyeleri de esneyerek görüş birliği içinde olduklarını beyan ederlerdi.
Günümüzde bu iş için daha karışık teknolojiler kullanılıyor. Baba televizyonu uzaktan kumanda ile kapatıp koltuğundan kalkıyor. Bu nedenle günümüzde esnemenin hiçbir faydası görülmemektedir ve önümüzdeki bir milyon yıl içinde ortadan kalkacağı sanılmaktadır.
Önceleri esneme, insanın yorgun olduğu zamanlarda kandaki oksijen miktarını artırmak için vücudun yaptığı bir solunum sistemi refleksi olarak düşünülüyordu. Yapılan deneylerin sonucunda, esnemenin, solunum olayına kısa bir destek verdiği, ancak onun önemli bir fonksiyonu olmadığı tespit edilmiştir.
Hem burnumuzla, hem de ağzımızla nefes alabilmemize rağmen, kapalı ağızla esnemek mümkün değildir. En çok ve sık esnemenin olduğu zaman, sabah uykudan kalkma vaktidir. Ortalama bir esneme altı saniye sürer.
Sadece insanlar değil, kediler, kuşlar, fareler ve birçok canlı türü de esner. Ancak farklı türlerdeki bu davranış biçimi, aynı fonksiyona yönelik olabilir mi? Örneğin insanların gülme olarak yaptığı yüzdeki kas hareketi diğer bazı canlılarda korkunun ifadesi olabilmektedir.
Yapılan araştırmalarda, hayvanların daha çok dikkat gerektiren bir olayı karşılama sırasında esnedikleri, insanların ise, tersine dış uyarılarda azalma olduğunda esnedikleri saptanmıştır.
Derslerde canı sıkılan öğrencilerin değil de, canı sıkıldığı halde uyumamaya çalışanların daha çok esnedikleri gözlemlenmiştir. Bir diğer görüşe göre de, sınava girecek bir öğrencinin veya yarışa girecek bir atletin çok esnemesinin sebebi, organizmanın kendini sakinleştirmesidir.
Esneme de gülme gibi bulaşıcıdır. Esneyen kişinin yüz hatlarında meydana gelen şekillenmenin, diğer insanlar üzerinde esnemeyi teşvik edici bir etki uyandırdığı tahmin ediliyor. Yani nasıl yemek yiyen bir insanı görünce acıkırsak, onun gibi bir şey.
Esnemenin bulaşıcı olduğunu ileri süren bir görüşe göre ise ilk insanlardan kalma bir davranış olarak esnemekteyiz. İlkel atalarımız akşamları ateşin etrafında topluca otururken grubun lideri tüm dişlerini göstererek esner, oturumu kapatır, artık gecenin başladığı, herkesin sabaha kadar yatması ve hareket etmemesi gerektiği sinyalini verirdi. Grubun diğer üyeleri de esneyerek görüş birliği içinde olduklarını beyan ederlerdi.
Günümüzde bu iş için daha karışık teknolojiler kullanılıyor. Baba televizyonu uzaktan kumanda ile kapatıp koltuğundan kalkıyor. Bu nedenle günümüzde esnemenin hiçbir faydası görülmemektedir ve önümüzdeki bir milyon yıl içinde ortadan kalkacağı sanılmaktadır.
Bir insan gıdıklanınca, derinin yüzeyinde bulunan küçük sinir lifçikleri harekete geçer. Özellikle tüyle okşama, böcek yürümesi gibi olaylara hassas olan bu lifçikler, sinyalleri beyne gönderirler. Ancak araştırmacılar bu sinyallerin beyinde nereye kaydedildiğinden emin değiller. Beyinin gıdıklanmaya tepkisi, kaşınmaya olan tepkisi gibi, gönülsüz yapılan bir tepkidir.
Gıdıklama ile kan basıncı artarken, nabız ve kalp atışı hızlanır, beynin uyanıklığı fazlalaşır. Gıdıklanmanın fiziksel olduğu kadar psikolojik yanı da vardır. Gıdıklanma başlangıçta zevkli olabilirse de sürdürüldüğünde korku ve paniğe dönüşebilir.
İnsanların daha çok gıdıklandıkları yerler, ayak altı, avuç içi ve koltuk altı gibi bölgelerdir. Bunun nedeni, buraların çok hassas bölgeler olmalarıdır.
İnsan beyni vücuda gelen uyarıların hangisinin insanın bizzat kendisinden, hangisinin dışarıdan geldiğini ayırt eder ve ona göre öncelik verir. Örneğin, elimizin yanması gibi acil refleks gerektiren dışarıdan gelen uyanlara öncelik verir. Bu nedenle bir başkası tarafından gıdıklandığımızda reaksiyon gösteririz ama kendi kendimizi gıdıklamaya çalıştığımızda beyin bu noktalardaki hassasiyeti azalttığından gıdıklanamayız.
Bir insan gıdıklanınca, derinin yüzeyinde bulunan küçük sinir lifcikleri harekete geçer. Özellikle tüyle okşama, böcek yürümesi gibi olaylara hassas olan bu lifcikler, sinyalleri beyne gönderirler. Ancak araştırmacılar bu sinyallerin beyinde nereye kaydedildiğinden emin değiller. Beynin gıdıklanmaya tepkisi, kaşınmaya olan tepkisi gibi, gönülsüz yapılan bir tepkidir.
Gıdıklanma ile kan basıncı artarken, nabız ve kalp atışı hızlanır, beynin uyanıklığı fazlalaşır. Gıdıklanmanın fiziksel olduğu kadar psikolojik yanı da vardır. Gıdıklanma başlangıçta zevkli olabilirse de sürdürüldüğünde korku ve paniğe dönüşebilir.
İnsanların daha çok gıdıklandıkları yerler, ayak altı, avuç içi ve koltuk altı gibi bölgelerdir. Bunun nedeni, buraların çok hassas bölgeler olmalarıdır.
İnsan beyni vücuda gelen uyarıların hangisinin insanın bizzat kendisinden, hangisinin dışarıdan geldiğini ayırt eder ve ona göre öncelik verir. Örneğin, elimizin yanması gibi acil refleks gerektiren dışarıdan gelen uyarılara öncelik verir. Bu nedenle bir başkası tarafından gıdıklandığımızda reaksiyon gösteririz ama kendi kendimizi gıdıklamaya çalıştığımızda beyin bu noktalardaki hassasiyeti azalttığından gıdıklanmayız.
Bebekler doğar doğmaz içgüdüsel olarak ağlarlar ama ancak dört hafta sonra gülümsemeye başlarlar. Anne ve babanın bundan mutluluk duyduğunu hissettikçe bebeklerin gülmeleri fazlalaşır. Gülmek bir çeşit dışa vurum gibidir. Gülerken kalp atışı hızlanır, derin nefes alınır, beyin tarafından ‘endorfın’ denilen kimyasallar salgılanır. Endorfin ise vücudumuzda gerginliği, ağrıyı azaltır.
Gülmek de üzüntü veya öfke gibi bir boşalma yoludur, ancak bunun niçin böyle olduğu tam olarak bilinmiyor. Şüphesiz hepimiz güldükten sonra kendimizi daha iyi hissediyoruz. Gülerken bedendeki gerginlik, kaslardaki denetimin yitirildiği noktaya kadar azaldığından, sandalyeden düşebiliyoruz veya birçok olayda kendimizi tutamıyoruz.
Gülmek sosyal ilişkilerde mutluluğu paylaşmak gibi görülebilir ama her zaman mutluluk ifadesi değildir. Hepimiz patronumuzun yaptığı bir şakaya (pek komik olmasa bile) gülme eğilimindeyizdir. Yani güç, karşısında daima tebessüm eden yüzler görür.
Çok yüksek sesle gülmek, gelebilecek tehlikelere karşı sinirsel bir reaksiyon da olabilir. İki insan arasındaki bir mücadelede, bir oyunda güçlü olan zayıfı ezerken de gülebilir. Yani gülmek, gücün ve saldırganlığın bir göstergesi de olabilir. Gülerken insanın yüz ifadesinden mutlu olduğunu herkes anlar ama o yüz ifadesi ile arkasında yatan duygular arasındaki ilişkiyi psikologlar bile hala tam olarak izah edemiyorlar.
Hala bir müsabakayı kazanıp mutluluktan gülmesi gerekenlerin niçin gözyaşları içinde ağladıklarının, ağlaması gereken bir yerde bir insanın yine gözyaşları içinde kahkahalarla niçin güldüğünün sebebi anlaşılmış değildir. Ancak bu arada kahkaha ile gülmekle, gülümsemeyi ayırt etmek gerekir. Gülümsemek kesinlikle insanın, karşısındaki için iyi şeyler hissetmese bile kendisi için bir mutluluk ifadesidir.
Yapılan bir araştırmaya göre insanlar 50’li yıllarda günde ortalama 18 dakika gülerken, bu süre günümüzde 6 dakikaya düşmüş bulunmaktadır. Yetişkinlerin günde ortalama 60, çocukların ise 500 kez güldüğü ve bir gülüşün ortalama 6 saniye sürdüğü araştırmacılar tarafından saptanmıştır.
Bebekler doğar doğmaz içgüdüsel olarak ağlarlar ama ancak dört hafta sonra gülmeye başlarlar. Anne ve babanın bundan mutluluk duyduğunu hissettikçe bebeklerin gülmeleri fazlalaşır. Gülmek bir çeşit dışa vurum gibidir. Gülerken kalp atışı hızlanır, derin nefes alınır, beyin tarafından “endorfin” denilen kimyasallar salgılanır. Endorfin ise vücudumuzda gerginliği, ağrıyı azaltır.
Gülmek de üzüntü veya öfke gibi bir boşalma yoludur, ancak bunun niçin böyle olduğu tam olarak bilinmiyor. İüphesiz hepimiz güldükten sonra kendimizi daha iyi hissediyoruz. Gülerken bedendeki gerginlik, kaslardaki denetimin yitirildiği noktaya kadar azaldığından, sandalyeden düşebiliyoruz veya bir çok olayda kendimizi tutamıyoruz.
Gülmek sosyal ilişkilerde mutluluğu paylaşmak gibi görülebilir ama her zaman mutluluk ifadesi değildir. Hepimiz patronumuzun yaptığı bir şakaya (pek komik olmasa bile) gülme eğilimindeyizdir. Yani güç, karşısında daima tebessüm eden yüzler görür.
Çok yüksek sesle gülmek, gelebilecek tehlikelere karşı sinirsel bir reaksiyon da olabilir. İki insan arasındaki bir mücadelede, bir oyunda güçlü olan zayıfı ezerken de gülebilir. Yani gülmek, gücün ve saldırganlığın bir göstergesi de olabilir. Gülerken insanın yüz ifadesinden mutlu olduğunu herkes anlar ama o yüz ifadesi ile arkasında yatan duygular arasındaki ilişkiyi psikologlar bile hala tam olarak izah edemiyorlar.
Hala bir müsabakayı kazanıp mutluluktan gülmesi gerekenlerin niçin gözyaşları içinde ağladıklarının, ağlaması gereken bir yerde bir insanın yine gözyaşları içinde kahkahalarla niçin güldüğünün sebebi anlaşılmış değildir. Anacak bu arada kahkaha ile gülmekle, gülümsemeyi ayırt etmek gerekir. Gülümsemek kesinlikle insanın, karşısındaki için iyi şeyler hissetmese bile kendisi için bir mutluluk ifadesidir.
Yapılan bir araştırmaya göre insanlar 50’li yıllarda günde ortalama 18 dakika gülerken, bu süre günümüzde 6 dakikaya düşmüş bulunmaktadır. Yetişkinlerin günde ortalama 60, çocukların ise 500 kez güldüğü ve bir gülüşün 6 saniye sürdüğü araştırmacılar tarafından saptanmıştır.
Süratli yemek yenildiğinde, yutkunma neticesinde yemek ile birlikte bir miktar da hava alınır. Hıçkırık, yiyeceğin yüzeyine yapışarak sindirim sistemine giren bu havayı atmak için sistemin gösterdiği bir tepkidir. Diyafram süratle büzüşerek, çok ani ve hızlı nefes almamızı sağlar. Bu arada boğazımızın üst tarafında, ses tellerimizin bulunduğu kısımda bir kapanma olur ve buradan geçen hava bir an bloke edilir. Bu da ‘hıck’ şeklinde bir sesin çıkmasına neden olur.
Midedeki bir olayla diyaframın ilişkisi, bu iki organdaki sinirlerin birbirine çok yakın hatta iç içe geçmiş olmalarındandır. Bu nedenle en çok yemekten sonra hıçkırırız. Sindirim işlemi bittikten sonra hıçkırık olmaz. Hıçkırığı önlemek için çok çeşitli öneriler vardır.
Baş aşağı durmak, yavaş yavaş su içmek, kolları yukarıda tutmak, nefesi tutmak, ileride bir noktaya bakarak derin nefes almak, buzlu su içmek, nefesi tutarak üç kere yutkunmak, nane yutmak, parmağı kulağa bastırarak su içmek ve korkutmak gibi.
Bunlardan korkutarak insanı şok etmek, dolayısıyla sinir sistemini etkilemek, derin nefes alarak diyaframın mideyi itmesini sağlamak ve de kandaki düşük karbondioksit seviyesinin hıçkırığın oluşumunu hızlandırdığı bilindiğinden nefesi tutmak en mantıklı önlemlerdir.
Aslında ise bu önlemlerin hiçbirine gerek yoktur. Hıçkırıklar yaklaşık 5 saniyede bir olur ve genellikle bir dakikadan fazla sürmezler. Siz önlemlerle uğraşırken, o zaten kendi kendine kesilir. Hıçkırığı kesmek için kabul edilen genel görüş hiçbir önlemin hıçkırığı kesmediğidir. Ancak aylarca süren istisnai durumlarda, muhakkak tıbbi müdahale gerekir, hatta bu durumlarda sinirler üzerinde operasyon yapılması bile gündeme gelebilir.
Çok miktarda biber yemek gibi kimyasal yanmaların, enfeksiyonların ve ülser gibi hastalıkların da hıçkırığı meydana getirebilecekleri ileri sürülüyor. Hıçkırık süresince bir şey yememekte ve içmemekte fayda vardır, çünkü bu sırada tekrar fazla hava alınabilir.
Hıçkırığı önlemek için en iyisi yemeği yavaş yiyin, çok miktarda yemeyin, yemek yerken karbonatlı içki içmeyin, yemeğe konsantre olun, çok konuşmayın ve gülmeyin. Yemeğe saygınız ne kadar artarsa, hıçkırık o kadar azalır.
Süratli yemek yenildiğinde, yutkunma neticesinde yemek ile birlikte bir miktar da hava alınır. Hıçkırık, yiyeceğin yüzeyine yapışarak sindirim sistemine giren bu havayı atmak için sistemin gösterdiği bir tepkidir. Diyafram süratle büzüşerek, çok ani ve hızlı nefes almamızı sağlar. Bu arada boğazımızın üst tarafında, ses tellerimizin bulunduğu kısımda bir kapanma olur ve buradan geçen hava bir an bloke edilir. Bu da “hıck” şeklinde bir sesin çıkmasına neden olur.
Midedeki bir olayla diyaframın ilişkisi, bu iki organdaki sinirlerin birbirine çok yakın hatta iç içe geçmiş olmalarındandır. Bu nedenle en çok yemekten sonra hıçkırırız. Sindirim işlemi bittikten sonra hıçkırık olmaz. Hıçkırığı önlemek için çok çeşitli öneriler vardır. Baş aşağı durmak, yavaş yavaş su içmek, kolları yukarıda tutmak, nefesi tutmak, ileride bir noktaya bakarak derin nefes almak, buzlu su içmek, nefesi tutarak üç kere yutkunmak, nane yutmak, parmağı kulağa bastırarak su içmek ve korkutmak gibi.
Bunlardan korkutarak insanı şok etmek, dolayısıyla sinir sistemini etkilemek, derin nefes almak ve de kandaki düşük karbondioksit seviyesinin hıçkırığın oluşumunu hızlandırdığı bilindiğinden nefesi tutmak en mantıklı önlemlerdir.
Aslında ise bu önlemlerin hiçbirine gerek yoktur. Hıçkırıklar yaklaşık beş saniyede bir olur ve genellikle bir dakikadan fazla sürmezler. Siz önlemlerle uğraşırken, o zaten kendi kendine kesilir. Hıçkırığı kesmek için kabul edilen genel görüş hiçbir önlemin hıçkırığı kesmediğidir. Ancak aylarca süren istisnai durumlarda, muhakkak tıbbi müdahale gerekir, hatta bu durumlarda sinirler üzerinde operasyon yapılması bile gündeme gelebilir.
Çok miktarda biber yemek gibi kimyasal yanmaların, enfeksiyonların ve ülser gibi hastalıkların da hıçkırığı meydana getirebilecekeleri ileri sürülüyor. Hıçkırık süresince bir şey yememekte ve içmemekte fayda vardır, çünkü bu sırada tekrar fazla hava alınabilir.
Hıçkırığı önlemek için en iyisi yemeği yavaş yiyin, çok miktarda yemeyin, yemek yerken karbonatlı içki içmeyin, yemeğe konsantre olun, çok konuşmayın ve gülmeyin. Yemeğe saygınız ne kadar artarsa, hıçkırık o kadar azalır.
Zamanımız için artık bu iki unsur da çok geçerli değil. Dünya savaşları dönemi bitti, yerel savaşlarda askerler kadar kadın ve çocuklar da ölüyor. Kadın ile erkek arasında iş güçlüğü kalmadı. Uzun yıllar aynı ortamda aynı işi yapanlar incelenmiş ve kadınların yine erkeklere göre daha uzun süre yaşadıkları tespit edilmiştir.
Aslında pek çok canlının dişisi erkeğine göre daha uzun ömürlüdür. Kadın vücudu zarif, yumuşak ve güzeldir. Erkeğin ki ise daha geniş, iri, bol kaslı ve kuvvetlidir. Bu nedenle erkek daha hızlı koşar, daha fazla ağırlık kaldırır yani fiziken daha güçlüdür.
Ancak zarafet ve çekiciliğin altında kadın büyük bir biyolojik üstünlük gizler. Dişiler daha anne karnında iken bile daha dayanıklıdırlar. Ceninlerde, erken doğumlarda, bebeklerde, kızların ölüm oranı erkeklere göre daha azdır. Büyüme çağında kızlar oğlanlardan daha çabuk gelişir ve belli bir yaşa kadar da daha çabuk büyürler.
Kadınların daha sağlıklı ve uzun ömürlü olma avantajlarının ardında insan türünün evrimsel devamlılığı ve gelişimi de vardır. İnsanlar oldukça yavaş ürerler. Kadınların gebeliği 9 ay gibi hayli uzun sürer ve sonucunda genellikle tek bir çocuk doğar. Neslin devamı için erkekten çok kadına iş düştüğünden, kadının verimlilik süresince birbiri ardına çocuk doğurabilmesi için kendisine doğa tarafından bu gizli güç ve dayanıklılık avantajı verilmiştir.
Günümüzdeki bilimsel araştırmalar üç noktada yoğunlaşıyor. İnsan dünyaya geldiği zaman hücrelerinde 23 çift kromozom taşır. Bunlardan yirmi üçüncüsü, yani cinsiyet kromozomu kadınlarda iki tane ‘X’ iken erkeklerde ‘XY’dir. ‘Y’ kromozomu ‘X’ den daha küçük olup, içindeki genler yüzde 3-6 daha azdır. Renk körlüğü, hemofili gibi hastalıklar sadece erkeklerde görülürken kadının fazla genleri bu hastalıkları önlemede rol oynar.
İkinci husus ise kadınların ‘estrojen’, erkeklerin ise ‘androjen’ diye bilinen cinsiyet hormonlarını daha fazla salgılamalarıdır. Estrojen hormonu kandaki yağ miktarını azaltmakta bu nedenle kadınlarda kalp ve damar hastalıkları daha az görülmektedir.
Kadınlarda üçüncü uzun ömür mekanizması, hemen her türlü bakteriyel enfeksiyonlara karşı dayanıklılıktır.
Bütün bunlara ek olarak kadınların uzun ömürlü olma oranları yıllar geçtikçe daha da artmakta, ortalama yaşam süresi uzadıkça kadın ile erkek ömrü süresi arasındaki fark daha da açılmaktadır.
Şüphesiz tarih boyunca bir çok kadın ressam çok önemli eserler yaratmışlardır. Ne var ki müzeler ve değerli koleksiyonlara bakınca kadın sanatçıların eserlerine pek rastlayamıyoruz. Hadi Rafael, Rambrandt gibi ustaların yaşadıkları çağlarda kadınların sosyal konumları nedeniyle resimle uğraşmaları zordu diyelim, ama Dali ve Picasso gibi yakın tarihlerde yaşamış ressamların zamanında böyle bir zorluk yoktu ki. O halde bunun başka bir sebebi olmalı.
Aynı şekilde niçin dişi bir Mozart veya Beethoven yok? Müziği yorumlayan kadın şarkıcılar, piyanistler, kemancılar veya orkestradaki tüm kadın elemanlar erkeklerden aşağı kalmaz hatta kendi branşlarında dünya çapında başarılı olabilirlerken niçin orkestra şeflerinin hemen hemen hepsi erkek? Acaba hala bir çok orkestrada çoğunluğu oluşturan erkek elemanların, başlarında kendilerine doğru elindeki çubuğu sallayıp duran bir kadının idaresine girmek istememelerinden mi?
Sadece bu kadar da değil. Mimarlık ve mühendislik gibi tasarım ağırlıklı işlerde niçin erkekler önde? Hatta kadınların günlük yaşamlarında en çok zaman ayırdıkları iş yemek pişirmek iken ve erkeklerin yüzde doksanı yumurta kırmayı bile beceremezken niçin dünyanın en büyük yemek ustaları, gurmeleri, aşçıbaşıları hep erkek?
Tüm bu suallere beyin araştırmacıları ve psikologların üzerinde anlaştıkları bir açıklama var. Onlara göre işin sırrı beynin sağ ve sol yarımkürelerinde. Her iki yarım küre farklı fonksiyonlara kumanda ettikleri gibi cinsiyete göre erkekler sağ, kadınlar ise sol yarımkürelerini daha fazla kullanıyorlar.
Aslında yeni doğan çocukta her iki yarımküre de ‘sağ’dır. 2 yaşına varmadan bu yarımkürelerden biri ‘sol’ olur yani konuşma merkezi ortaya çıkar. Erkek çocuklarda 6, kız çocuklarda 13 yaşında beynin asimetresi tamamlanır. İnsanlar yaşlandıkça iki yarımküre arasındaki bu görev farkı yine azalmaya başlar. Şüphesiz sağ ve sol beyin fonksiyonları insandan insana da farklılıklar gösterir.
Kadınların daha çok kullandıkları beynin sol yarımküresinde konuşma ve iletişim merkezleri bulunmaktadır. Bu nedenle her yaş grubunda yapılan deneyler sonucunda kız çocukların konuşmayı daha önce becerdikleri, çevreye daha iyi uyum sağladıkları, okullarda, iletişim, sosyal ve politik alanlarda daha başarılı oldukları saptanmıştır.
Erkeklerin daha çok kullandıkları beynin sağ yansı ise, analiz, sentez, bir olaya tümüyle bakış gibi görevleri yüklenmiştir. Yani ayrıntıları göz önüne almadan özetlersek, ilk bakışta birbirlerinin aynıymış gibi görünseler de, sol yarımkürede sezgi gücü, sağda ise analiz gücü egemendir. Sol beyin olayları tümdengelim, sağ beyin ise tümevarım ile inceler.
İşte bu nedenle sağ beyin fonksiyonlarının gerektiği işlerde erkekler daha başarılı olmaktadırlar. Şüphesiz bu bir genellemedir. Kadınlar arasında orkestra yöneten, opera besteleyen sanatçılar, hatta Marie Curie gibi iki kez Nobel ödülü kazanarak bilim tarihine geçmiş olanlar da vardır. Ancak yine de tüm bu branşlar hala erkeklerin egemenliği altındadır.
Bir süre sonra beyaz sinyal problem yaratmaya başladı. Beyaz renkli ‘geç’ sinyali diğer sokak lambaları ile karıştırılabiliyordu. Ama daha da kötüsü ‘dur’ işaretlerine konulan kırmızı mercekler yerlerinden düşünce ışık beyazlaşıyor, ‘geç’ sinyali olarak algılanıyor ve kazalara yol açabiliyordu.
Sonunda demiryolcular kırmızıyı ‘dur’, yeşili ‘geç’ sarı rengi de ‘ikaz’ sinyali olarak kullanmaya başladılar. Bilindiği gibi sarı, renk spektrumu içinde en göz alıcı renktir. Böylece makinist bir sinyalin bulunması gereken yerde beyaz ışığı görürse, bir şeylerin yanlış olduğunu anlıyor ve tedbirini alıyordu.
Karayollarına gelince, yollarda sadece atların ve at arabalarının bulunduğu tarihlerde bile dünyanın büyük şehirlerinde trafik sorundu. İlk trafik lambası otomobillerin ortaya çıkmasından çok önce 1868’de Londra’da kullanıldı. Gazla yakılan ve bir eksen etrafında döndürülebilen kırmızı ve yeşil lambalar bir yıl sonra patlayıp, kendilerini çeviren polisi de yaralayınca bu uygulama ortadan kalktı.
Ama öte yandan otomobillerin ortaya çıkması ve şehirlerde dolaşmaya başlamalarıyla birlikte durum iyice kötüleşti. Çeşitli şehirlerde değişik uygulamalar yapıldı. Demiryollarındaki uygulama örnek alındı ama demiryollarında birbirine paralel iki hat vardı. Bu sistem iki yolun kesiştiği kavşaklarda işe yaramıyordu.
Sonunda günümüzdekilere benzeyen ilk elektrikli otomatik trafik lambasını, ilkokul mezunu ve ABD’deki Cleveland’da otomobil sahibi ilk siyah olan Garrett Morgan geliştirdi. 1914’de ilk denemelerine başlayan Morgan 1923’de de patentini aldı. Morgan 1963’de ölümünden az önce patentini 40 bin dolara General Electric firmasına sattı.
Morgan’ın lambaları demiryollarına benzer şekilde bir “T” üzerinde kırmızı ve yeşil iki lambadan ibaretti. Çok geçmeden ikaz anlamında sarı lamba da ilave edildi ve uygulama bütün dünyaya süratle yayıldı.
Aradan geçen yıllara rağmen sarı renk hala ‘ikaz’ anlamındadır ama günümüz sürücüleri onu ‘geç’ sinyali olarak algılıyorlar.
Aslında normalde, hepimizin bildiği gibi, bir gece dahi uyumasak, ertesi gün adrenalin nedeni ile bütün aktivitelerimiz yavaşlamaktadır. İki gece üst üste uyumayan insanda ise durum daha kötüdür. Dikkat ve konsantrasyon düşer, hatalar artar.
Üç günden sonra insan hayal görmeye başlayabilir, düşünce berraklığı kaybolur. Daha sonra ise artık insan gerçekle ilişkisini keser. Fareler üzerinde yapılan deneylerde bir canlıyı uyanık tutmaya çalışmakla ölümüne neden olunabileceği ispatlanmıştır.
Ayrıca arka arkaya geceleri yetersiz uyuyanlarda da benzeri problemler gözlemlenmiştir. Uyku süresince oluştuğu gözlemlenen diğer iki olaydan biri çocukların büyüme hormonlarının gelişmesi, diğeri ise bağışıklık sistemimiz için gerekli olan kimyasalların salgılanmasıdır.
Fakat soru hala yerinde duruyor! ‘Niçin uyuyoruz?’ Kimse bilmiyor. İşte size çeşitli teoriler.
Uyku, insana kaslarını ve diğer dokularını onarma, yaşlanan veya ölen hücrelerini yenileme şansı verir.
Uyku, insan beynine hafızasındaki bilgileri düzenleme, gereksizleri unutma ve arşivleme şansı verir. Rüyalar da bu işlemin bir parçasıdır.
Uyku, enerji tüketimimizin miktarını azaltır. Bu nedenle günde 4-5 kez yerine üç öğün yemekle yetinebiliriz. Gece karanlığında zaten hiçbir şey yapamayacağımızdan, anahtarı kapatarak enerji tasarrufu yaparız.
Uyku, bütün gün çalışan beynin bir şarj süresi olabilir. Diğer organlardaki enerji harcanmasını kısarak, beyin hücre aktiviteleri için gerekli olan enerjiyi artırabilir.
Uyku hakkında tüm bildiğimiz, geceleri iyi bir uyursak, sabahları kendimizi iyi hissettiğimiz, hem vücudumuzun, hem de beynimizin yeni bir gün için kendisini tazelediği olgusudur.
Aslında mekanizma basit. Güneş ışığının etkisi ile yeryüzünden su buharlaşıyor, yani gaz haline geçiyor. Bu durumda havadan hafif olduğundan atmosferde yükseliyor. Yükseldikçe hava soğuyor ve hava basıncı azalıyor. Su buharı soğudukça havadaki toz parçacıklarına tutunarak su damlası haline dönüşüyor ve bunların milyonlarcası havada birleşerek gözümüze bulut olarak görülüyorlar.
Bulutları oluşturan bu su damlacıkları hemen yakınlarındakilerle sürekli birleşiyorlar, büyüdükçe büyüyorlar, ağırlıkları artıyor, yeterli ağırlığa ulaşınca yer çekiminin etkisi ile yere düşmeye başlıyorlar. Yeryüzünden buharlaşıp, bulut oluşturup sonra yağmur olarak yeryüzüne dönen su buharının havada geçen bu macerası ortalama 8 gün sürüyor.
Ancak bulutun içindeki su damlacıklarının tümü yağmur olarak yeryüzüne inmiyor. Bir bulutun en fazla yarısı yağmur olarak yağabilir ve bu da normalde 30 dakika sürer ama bulut devamlı olarak yeniden oluştuğundan yağmur saatlerce, hatta günlerce sürebilir. Bu arada rüzgara bağlı olarak bulutlar devamlı hareket ettiklerinden yağmur çok geniş bir alana yağabilir. Bugüne kadar dünyamızda tespit edilebilmiş en yoğun yağış 26 Kasım 1970 tarihinde Guadaloupe’de olmuş, sadece bir dakikada 3.81 santimetre yağmur yağmıştır.
Atmosferde, yani başımızın üzerindeki havada 13 milyar ton su buharı bulunuyor. Bunun hepsinin bir anda yeryüzüne indiğini düşünebiliyor musunuz? Dünyamızda yağmurun çoğu, yani yüzde 78’i okyanusların üzerine yağıyor. Bu da çok normal, çünkü havanın içindeki su miktarının kaynağı hemen hemen aynı oranda okyanuslardan geliyor.
Yağmur damlalarının yarı-çapları 0.5 milimetreden 6.35 milimetreye kadar değişebiliyor. 5.0 milimetre yarı-çapındaki bir yağmur damlasının 1800 metre yükseklikteki bir buluttan çıkıp başınızın üstüne düşmesi için geçen zaman yaklaşık 3 dakikadır. Yani aslında şemsiyenizi açabilmeniz için yeterli süre vardır.
Suni yağmur yaratabilmek için günümüzde bazı teknolojiler geliştirildi ki, temeli su damlacıklarının yapışabilmesi için çekirdek görevi yapabilecek tozları bulutun içine gönderebilmektir. Bunun için bulut uçak veya helikopterden gümüş iyodür ile bombalanıyor. Bu işte de en usta olan İsrailliler. Onlar bu yöntemle yağmur miktarını yüzde 13 oranında arttırabilmişler. Yağmurun oluşabilmesi için ana etkenlerden biri olan toz parçacıklarının, yani hava kirliliğinin artması ise tam ters etki yapıyor, bu durumda damlacıklar küçülüyor ve yağmur olarak yere düşmeyi başaramıyorlar.
Aslında mekanizma basit. Güneş ışığının etkisi ile yeryüzünden su buharlaşıyor, yani gaz haline geçiyor. Bu durumda havadan hafif olduğundan atmosferde yükseliyor. Yükseldikçe hava soğuyor ve hava basıncı azalıyor. Su buharı soğudukça havadaki toz parçacıklarına tutunarak su dalası haline dönüşüyor ve bunların milyonlarcası havada birleşerek gözümüze bulut olarak görünüyorlar. Bulutları oluşturan bu su damlacıkları hemen yakınlarındakilerle sürekli birleşiyorlar, büyüdükçe büyüyorlar, ağırlıkları artıyor, yeterli ağırlığa ulaşınca yer çekiminin etkisi ile yere düşmeye başlıyorlar. Yeryüzünden buharlaşıp, bulut oluşturup sonra yağmur olarak yeryüzüne dönen su buharının havada geçen bu macerası ortalama 8 gün sürüyor.
Ancak bulutun içindeki su damlacıklarının tümü yağmur olarak yeryüzüne inmiyor. Bir nulutun en fazla yarısı yağmur olarak yağabilir ve bu da normalde 30 dakika sürer ama bulut devamlı olarak yeniden oluştuğundan yağmur saatlerce, hatta günlerce sürebilir. Bu arada rüzgara bağlı olarak bulutlar devamlı hareket ettiklerinden yağmur çok geniş bir alana yağabilir. Bugüne kadar dünyamızda tespit edilmiş en yoğun yağış 26 Kasım 1970’de Guadaloupe’de olmuş, sadece bir dakikada 3.81 santimetre yağmur yağmıştır.
Atmosferde, yani başımızın üzerindeki havada 13 milyar ton su buharı bulunuyor. Bunun hepsinin bir anda yeryüzüne indiğini düşünebiliyor musunuz? Dünyamızda yağmurun çoğu, yani yüzde 78’i okyanusların üzerine yağıyor. Bu da çok normal, çünkü havanın içindeki su miktarının kaynağı hemen hemen aynı oranda okyanuslardan geliyor.
Yağmur damlalarının yarı-çapları 0.5 milimetreden 6.35 milimetreye kadar değişebiliyor. 5.0 milimetre yarı-çapındaki bir yağmur damlasının 1800 metre yükseklikteki bir bulutun çıkıp başınızın üstüne düşmesi için geçen zaman yaklaşık 3 dakikadır. Yani aslında şemsiyenizi açabilmeniz için yeterli süre vardır.
Suni yağmur yaratabilmek için günümüzde bazı teknolojiler geliştirildi ki, temeli su damlacıklarının yapışabilmesi için çekirdek görevi yapabilecek tozları bulutun içine gönderebilmektir. Bunun için bulut uçak veya helikopterden gümüş iyodür ile bombalanıyor. Bu işte de en iyi olan İsrailliler. Onlar bu yöntemle yağmur miktarını yüzde 13 oranında artırabilmişler. Yağmurun oluşabilmesi için ana etkenlerden biri olan toz parçacıklarının, yani hava kirliliğinin artması ise tam tersi etki yapıyor, bu durumda damlacıklar küçülüyor ve yağmur olarak yere düşmeyi başaramıyorlar.
Tedavi için gerekli malzeme : Beyaz peynir.
Hazırlanışı : Nikris olan yerlere dilimlenmiş taze beyaz peynir konur. Ağrı geçinceye kadar, 10 dakikada bir değiştirilir.
Kumun kurşun geçirmemesinin sırrı kum taneciklerindedir. Boyları 0,05 milimetreden 2 milimetreye kadar değişen kum tanelerinin şekilleri köşeli, yuvarlak veya karışıktır. Bu şekilleri nedeni ile bir torbaya doldurulan kum taneleri arasında boşluklar kalır ve bu boşluklar birbirleri ile bağlantılıdırlar.
Kum torbasına büyük bir kinetik enerji ile giren merminin enerjisi, aradaki bu boşluklar nedeni ile anında binlerce kum tanesine aktarılır. Her aktarışta diğer tanelere daha azalarak geçen enerji kısa sürede sönümlenir. Kinetik enerjisini aniden bu şekilde kaybeden mermi de daha kum torbasını delip çıkamadan durup kalır.
Aslında kurşun geçirmez camlarda da prensip aynıdır. Bu tip camlar, cam ve plastik, bir çok tabaka halinde, sandviç şeklinde sıkıştırılarak imal edilirler. Bir bakıma arabaların ön camlarına benzerler ama burada tabaka sayısı çok fazladır.
Kurşun bu tip bir cama çarptığında tabakaları tek tek delmeye başlar. Son tabakaya gelene kadar mermi bütün momentini ve enerjisini kaybeder. Enerji kimseye zarar vermeden cam ve plastik tabakalara geçer.
Kumun kurşun geçirmemesinin sırrı kum taneciklerindedir. Boyları 0,05 milimetreden 2 milimetreye kadar değişen kum tanelerinin şekilleri köşeli, yuvarlak veya karışıktır. Bu şekilleri nedeni ile bir torbaya doldurulan kum taneleri arasında boşluklar kalır ve bu boşluklar birbirleri ile bağlantılıdırlar.
Kum torbasına büyük bir kinetik enerji ile giren merminin enerjisi, aradaki bu boşluklar nedeni ile anında binlerce kum tanesine aktarılır. Her aktarışta diğer tanelere daha azalarak geçen enerji kısa sürede sönümlenir. Kinetik enerjisini aniden bu şekilde kaybeden mermi de daha kum torbasını delip çıkamadan durup kalır.
Aslında kurşun geçirmez camlarda da prensip aynıdır. Bu tip camlar, cam ve plastik, bir çok tabaka halinde, sandviç şeklinde sıkıştırılarak imal edilirler. Bir bakıma arabaların ön camlarına benzerler ama burada tabaka sayısı çok fazladır.
Kurşun bu tip bir cama çarptığında tabakaları tek tek delmeye başlar. Son tabakaya gelene kadar mermi bütün momentini ve enerjisini kaybeder. Enerji kimseye zarar vermeden cam ve plastik tabakalara geçer.
Genel görelilikte olay ufku, ışık ve maddenin artık kaçamadığı bölgeyi sınırlayan kuşağa denir. Olay ufku, herhangi bir fiziksel incelemede bulunamadığımız bir uzay parçasıdır. Ne olay ufkundan ötesini bilinen yasalarla açıklama olanağı vardır, ne de orada ne olup bittiğini bilmenin bir yolu vardır.
Bir yıldızın olay ufku, yıldızın çökmeden önceki kütlesiyle orantılıdır. Örneğin kütlesi 10 Güneş kütlesi olan bir yıldız içe çöküp kara delik haline geldiğinde çapı 60 km olan bir olay ufkuna sahip olur. Bir kara delik madde yuttukça olay ufkunu genişletir, olay ufku genişledikçe de daha güçlü çekim alanına sahip olur. Kara deliğin olay ufkunda teorik olarak zaman tümüyle durmaktadır. Kimi kara deliklerde iki olay ufku vardır. Kimileri "olay ufku" terimi yerine kara deliğe pek uygun olmamakla birlikte “kara deliğin yüzeyi” terimini kullanırlar. (Terimin uygun olmamasının nedeni, bir gezegen veya yıldızdaki gibi katı ve gazlardan oluşan bir yüzeyinin olmamasıdır.) Fakat burada birtakım özel nitelikler gösteren bir bölge söz konusu değildir; bir gözlemci kara deliğe ufku aşacak kadar yaklaşmış olabilseydi, kendisine yüzey izlenimi sağlayacak hiçbir özellik veya değişim hissedemeyecekti. Buna karşılık geri dönme girişlerinde bulunduğunda, artık bu bölgeden kaçamayacağının farkına varmış bulunacaktı. Bu, âdeta "dönüşü olmayan nokta"dır. Bu durum, akıntısı güçlü bir denizde akıntıdan habersiz bir yüzücünün durumuna benzetilebilir. Öte yandan olay ufkunun sınırına yaklaşmış bir gözlemci, kara delikten yeterince uzaktaki bir gözlemciye kıyasla, zamanın farklı bir şekilde aktığının farkına varacaktır. Kara delikten uzakta olan gözlemcinin diğerine düzenli aralıklarla (örneğin birer saniye arayla) ışık işaretleri yolladığını varsayalım: Kara deliğe yakın gözlemci bu işaretleri hem daha enerjetik (ışığın kara deliğe düşmek üzere yaklaştıkça maviye kayma sonucuyla bu ışık işaretlerinin frekansı daha yüksek olacaktır) hem de ardışık işaretlerin aralarındaki zaman aralığı daha kısalmış (birer saniyeden daha az) olarak alacaktır. Yakın gözlemci, uzaktakine oranla zamanın daha hızlı aktığı izleminde olacaktır. Uzaktaki gözlemci de aksine, diğerinde meydana gelen şeylerin gitgide daha yavaş seyrettiğini görecek, zamanın daha yavaş aktığı izleniminde olacaktır. Uzaktaki gözlemci kara deliğe bir nesnenin düştüğünü görmesi halinde, ona nazaran "çekimsel kızıla kayma" ve "zamanın genleşmesi" fenomenleri birleşmiş durumda olacaktır: Nesneden çıkan işaretler gitgide kızıl, gitgide parlak (uzak gözlemciye varmadan önce gitgide artan enerji kaybıyla çıkarılan ışık) ve gitgide aralıklı olacaktır. Yani pratikte, gözlemciye varan ışık fotonlarının sayısı, gitgide hızla azalacaktır ve nesnenin kara deliğe gömülüp görünmez olmasının ardından tükenecektir. Nesnenin henüz olay ufku sınırında hareketsiz durduğunu gören uzaktaki gözlemcinin onun düşmesini engellemek üzere olay ufkuna yaklaşması boşuna olacaktır. Kara deliğin "tekilliği"ne yaklaşan bir gözlemciyi etkilemeye başlayan etkilere “gelgit etkileri” denir. Bu etkiler kütleçekim alanının homojen olmayan bir yapıya sahip olması nedeniyle nesnenin biçimsizleşmesine (doğal biçimini kaybetmesine) yol açarlar. Bu “gelgit etkileri bölgesi” dev kara deliklerde tümüyle olay ufkunda yer alır; fakat özellikle "yıldızsal kara delik"lerde olay ufkunun sınırını da aşarak etkide bulunur. Dolayısıyla yıldızsal kara deliğe yaklaşan bir astronot daha olay ufkuna geçmeden parçalanacakken, dev kara deliğe yaklaşan bir astronot, daha sonra “gelgit etkileri” ile yok edilecek olmakla birlikte, olay ufkuna bir güçlükle karşılaşmadan giriş yapacaktır.
Kaynak: Wikipedia
indirim merkezi
Mağazaların seri sonu mallarını ucuz olarak sattığı alışveriş yeri.
1. geçici, 2. tıp geçiştirici
1. Kısa ve belli bir süre için olan. 2. Tedavi edici etkisi olmayan, ağrı ve sızıları geçici olarak azaltan, dindiren (ilaç vb.).
En çok ve kolaylıkla çıtlattığımız yerler vücudumuzda en çok bulunan sürtünmeli eklem yerleridir. Bu tip eklem yerlerinde, örneğin parmaklarımızda, iki kemiğin birleştiği yerde bir bağlantı kapsülü vardır. Bu kapsülün içinde kemiklerin hareketleri sırasında buraları yağlayan bir sıvı vardır. Bu sıvının içinde erimiş halde oksijen, nitrojen ve karbondioksit gazları bulunur.
Vücudumuzda en kolay çıtlatabileceğimiz eklem yerlerimiz parmaklarımızdır. Parmaklarımız gerilince ve eklem yerlerimiz düzleşince bu kapsül de gerilir. İçindeki sıvının basıncı azalır ve gaz kabarcıkları patlamaya başlar. İşte kulağımıza gelenler bu seslerdir. Patlayan kabarcıklar neticesinde gazlar bu sıvıyı terk eder, sıvı daha da genleşir ve eklem yerinin hareket kabiliyetini arttırır.
Şüphesiz ki eklem yerinin gerilmesi, bu kapsülün boyu ile sınırlıdır. Eğer parmaklarınızı çıtlattığınız anda röntgenini de çekerseniz, eklem içinde oluşan gaz kabarcıklarını görebilirsiniz. Bu olay eklem yerindeki hacmi yaklaşık yüzde 15-20 artırır.
Aynı parmağınızı arka arkaya çıtlatamazsınız. Bir süre beklemeniz gerekir, çünkü gaz kabarcıklarının sıvı içersinde tekrar oluşması biraz zaman alır.
Tüm bu açıklamalar, deneylerle ispatlanmasına rağmen, yine de bu kadar küçük gaz miktarının bu kadar büyük bir ses çıkartabilmesinin nedeni hala anlaşılmış değildir. Bu sorunun tatmin edici bir cevabı da henüz yoktur. Ayrıca detaylı çalışmalar göstermiştir ki, çıtırdama sırasında iki ayrı ses duyulmaktadır. Birincisinin gaz kabarcıklarının patlaması olduğu biliniyor. İkinci sesin ise kapsülün uzama sınırına vardığında çıktığı sanılıyor.
Evet geldik en çok merak edilen soruya! Parmaklarımızı çıtlatmak vücudumuz için zararlı mıdır? Bu konuda elde çok az bilimsel çalışma sonucu vardır. Bir görüşe göre parmak çıtlatmanın eklem yerlerimizdeki sıvıya bir tesiri yoktur. Diğer bir görüşe göre ise sürekli olarak bunu yapanlarda ve bunu alışkanlık haline getirenlerde, eklemler etrafındaki yumuşak doku zarar görmekte, parmaklar şişmekte, dolayısı ile elin kavrama gücü azalmaktadır.
En çok ve kolaylıkla çıtlattığımız yerler vücudumuzda en çok bulunan sürtünmeli eklem yerleridir. Bu tip eklem yerlerinde, örneğin parmaklarınızda, iki kemiğin birleştiği yerde bir bağlantı kapsülü vardır. Bu kapsülün içinde kemiklerin hareketleri sırasında buraları yağlayan bir sıvı vardır. Bu sıvının içinde erimiş halde oksijen, nitrojen ve karbondioksit gazları bulunur.
Vücudumuzda en kolay çıtlatabileceğimiz eklem yerlerimiz parmaklarımızdır. Parmaklarımız gerilince ve eklem yerlerimiz düzleşince bu kapsül de gerilir. İçindeki sıvının basıncı azalır ve gaz kabarcıkları patlamaya başlar. İşte kulağımıza gelenler bu seslerdir. Patlayan kabarcıklar neticesinde gazlar bu sıvıyı terk eder, sıvı daha da genleşir ve eklem yerinin hareket kabiliyetini arttırır.
İüphesiz ki eklem yerinin gerilmesi, bu kapsülün boyu ile sınırlıdır. Eğer parmaklarınızı çıtlattığınız anda röntgenini de çekerseniz, eklem içinde oluşan gaz kabarcıklarını görebilirsiniz. Bu olay eklem yerindeki hacmi yaklaşık yüzde 15-20 arttırır.
Aynı parmağınızı arka arkaya çıtlatamazsınız. Bir süre beklemeniz gerekir, çünkü gaz kabarcıklarının sıvı içerisinde tekrar oluşması biraz zaman alır.
Tüm bu açıklamalar, deneylerle ispatlanmasına rağmen, yine de bu kadar küçük gaz miktatının bu kadar büyük bir ses çıkartabilmesinin nedeni hala anlaşılmış değildir. Bu sorunun tatmin edici bir cevabı da henüz yoktur. Ayrıca detaylı çalışmalar göstermiştir ki, çıtırdama sırasında iki ayrı ses duyulmaktadır. Birincisinin gaz kabarcıklarının patlaması olduğu biliniyor. İkinci sesin ise kapsülün uzama sınırına vardığında çıktığı sanılıyor.
Evet geldik en çok merak edilen soruya! Parmaklarımızı çıtlatmak vücudumuz için zaralı mıdır? Bu konuda elde çok az bilimsel çalışma sonucu vardır. Bir görüşe göre parmak çıtlatmanın eklem yerlerimizdeki sıvıya bir tesiri yoktur. Diğer bir görüşe göre ise sürekli olarak bunu yapanlarda ve bunu alışkanlık haline getirenlerde, eklemler etrafındaki yumuşak doku zarar görmekte, parmaklar şişmekte, dolayısı ile elin kavrama gücü azalmaktadır.
Pusulanın gösterdiği kuzey yönünü devamlı takip ederseniz kuzey kutbuna hiçbir zaman ulaşamazsınız. O noktadan 7 derece yani kilometrelerce uzaklıktaki magnetik kutba varırsınız. Olayın ilginçliği bu kadarla da bitmiyor. Bilimin kesin olarak saptadığı bir sürpriz daha var. Bu magnetik kutupların yerleri de sabit değil, zamanla değişiyor, kuzey güneye, güney kuzeye geliyor.
Eğer elinize bir pusula alıp zaman yolculuğu yapabilseydiniz, birkaç milyon yıl önce pusulanızın kuzey gösteren ucuna bakarak seyahat edince sizi penguenlerin büyük atalarının karşıladığım, yani güney kutbuna vardığınızı şaşırarak görürdünüz.
Magnetik kutupların niçin ve nasıl yer değiştirdikleri henüz tam bilinmiyor. Bu olayın dünyada kraterlerin oluşması, iklimlerin değişmesi, bazı canlı türlerinin yok olması gibi olaylarla yakın ilgisi olduğu sanılıyor. Bilim insanları magnetik kutupların yer değiştirmesinin 170 milyon yılda yaklaşık 300 defa tekrarlandığını, bugünkü konumuna en son 750 bin yıl önce geldiğini ileri sürmektedirler.
Sadece magnetik kutupların yer değiştirmelerinin değil dünyanın magnetik alanının bile başlangıçta nasıl oluştuğu tam açıklığa kavuşmuş değil. Teorilere göre dünyanın merkezindeki sıvı halindeki çekirdek bölümündeki ısı, dış demir katmanlara ulaşarak dünyanın dönüşü ile beraber bir dinamo etkisi yaparak magnetik alanı meydana getirmiştir.
Yerkürenin magnetik alanının şiddet ve doğrultusunu ölçmek için 1979 Ekim’inde uzaya gönderilen ‘Magsat’ uydusu 3 yıla yakın görev yapıp da yanmadan önce gönderebildiği en önemli bilgi, magnetik alanının şiddetinin gittikçe azaldığı, her on yılda şiddetinden yaklaşık yüzde birini yitirdiği, böyle giderse muhtemelen bin yıl sonra magnetik kutupların yerlerinin tekrar değişebileceği bigisiydi.
Nükleer enerjinin esasını anlamak için çok fazla fizik, kimya, matematik bilmeye gerek yoktur. Nasıl odun, kömür, petrol ürünleri kullanarak ısı enerjisi elde ediyorsak nükleer enerji de öyledir.
Nükleer santralarda kullanılan yakıtın en bilineni uranyumdur. Uranyum santralde başka bir yakıta dönüşürken ortaya müthiş bir ısı çıkar. Bu ısı reaktörün etrafında dolaştırılan suyu buhar haline çevirir. Türbinlere verilen buhar da türbinleri çevirir. Sonunda türbinler de kendilerine bağli elektrik jeneratörlerini çevirerek elektrik üretirler. Prensip, nükleer enerji ile çalışan uçak gemilerinde de, denizaltılarda da aynıdır.
Gelelim radyasyona... Uranyum gibi kararsız elementler gerek atomik yapılarına müdahale edilerek gerekse tabiattaki halleri ile bir başka elemenle dönüşebilirler. Yani tarihte kurşundan altın elde etmek için uğraşan simyacıların başaramadıkları işin benzeri uranyumda kendi kendine oluşur.
Bu dönüşüm işi olurken uranyum atomunun içindeki bazı parçacıklar da ışık olarak yayılırlar. Yani radyasyon bir ışıktır. Sadece atom bombasından, nükleer atıklardan çıkmaz tabiatta da bol miktarda vardır. Yalnız ışıma yolu ile değil besinler yolu ile de vücuda girebilir.
Radyasyon olayında üç ana ışık türü vardır: Alfa, beta ve gama. Alfa ışınları deriden geçemezler, beta ışınları deriden çok az miktarda geçebilirler, gama ışınları ise deriden ve vücuttan geçebilirler. Alfa ve beta ışınları sadece yoğunlaştıkları organ üzerinde tahribat yaparlarken gama ışınları tüm organlara zarar verirler. Tabii bu arada ışına maruz, kalma süresi de önemlidir.
Vücudumuz hücrelerden, hücreler moleküllerden, moleküller de atomlardan meydana gelirler. Bu radyasyon ışınları isabet ettikleri atomların yapılarını bozarak sonunda hücrelerin ölmelerine sebep olurlar. Vücut için sürekli gerekli olan hücre üreme mekanizmasını bozarlar, vücudun direncini yıkarlar.
Aslında günlük yaşantımızda radyasyonla iç içe yaşıyoruz. Radyasyon her an her yerde vardır hatta Güneş ışığında bile. Yaz mevsiminde deniz kenarında yapılan bilinçsiz güneşlenmelerde isteyerek aldığımız radyasyonun etkisi cilt kanserine yol açabilecek kadar tehlikeli olabilir.
Radyasyonun insan bünyesi için faydalı olduğu durumlarda vardır. Kanserin ışınla tedavisi, enfraruj ve ultraviyole tedavileri, lazerin tıpta kullanılması gibi.
pürüzalır
Bir borunun ağzına biçim vermek, genişletmek veya çapaklarını, pürüzlerini almak için kullanılan, çevresinde kesici yüzü bulunan alet.
Aslında gözümüze gelen görüntü iki çeşit görme hücresi aracılığı ile taranır. Silindir veya çomak şeklinde olanlar ışığı, koni şeklinde olanlar ise rengi algılar. Gözümüzde 7 milyon konik ve 100 milyon kadar silindirik hücre vardır.
Renge duyarlı konik hücreler ağ tabakasının ortasında, ışığa duyarlı silindirik hücreler ise kenarında daha yoğundur. Bu nedenle gece gökyüzünde gözümüzün kenarından gördüğümüz bir yıldızı, ona doğrudan bakınca göremeyiz. Çünkü burada ışığa hassas silindirik hücreler daha az olduğundan görüntü kaybolur. Aynı şekilde gözümüzün kenarıyla baktığımız şekillerde renkler kaybolur.
Yapılan deneylerde, pembe renge bakan kişilerin rahatladıkları, kırmızı, turuncu ve sarı gibi sıcak renklere bakanlarda tansiyonun yükseldiği, nabzın ve solunumun hızlandığı, terlemenin çoğaldığı, mavi rengin ise tam tersi etki yarattığı belirlenmiştir.
Araştırmalar insanların en çok mavi rengi sevdiklerini, bunu kırmızı ve yeşilin takip ettiğini göstermektedir. Erkekler yeşil, deniz mavisi, turuncu ve koyu mor renkleri tercih ederken, kadınlar firuze yeşili, açık mavi, pembe gibi açık-uçuk renkleri, çocuklar ise mavi, kırmızı, yeşil, sarı ve turuncu gibi canlı renkleri daha çok sevmektedirler.
Bir binada sarı renge boyanmış bir tavan, odayı daha yüksek, sarı renkli duvarlar ise daha geniş gösterir. Kliniklerin sıcak renklere boyanması, beyaz rengin hastalarda yarattığı hüzün duygusunu azaltır. Ayaküstü hazır yiyecek satan dükkanların duvarları iştah açtıran portakal rengine boyanırken yarış arabalarında kırmızı veya turuncu-sarı renkler tercih edilir. Aslında bir renk olmayan, daha doğrusu renksizlik olan siyah da makam araçlarının klasik rengidir.
Kırmızı renk kan rengidir, asırlar boyu tehlikenin ve tahribatın simgesi olmuştur. Trafik ışıklarında ‘dur’ sinyali olarak kullanılmasının nedeni de budur. Ameliyathanelerde, bulaşan kan rengini belli etmeyeceği için mantıken kırmızı giysi kullanılması gerekirken, teskin edici mavi ve yeşil renkler tercih edilir.
Aslında gözümüze gelen görüntü iki çeşit görme hücresi aracılığı ile tanınır. Silindir ve çomak şeklinde olanlar ışığı, koni şeklinde olanlar ise rengi algılarlar. Gözümüzde yedi milyon konik ve 100 milyon kadar silindirik hücre vardır.
Renge duyarlı konik hücreler ağ tabakasının ortasında, ışığa duyarlı silindirik hücreler ise kenarında daha yoğundur. Bu nedenle gece gökyüzünde gözümüzün kenarından gördüğümüz bir yıldızı, ona doğrudan bakınca göremeyiz. Çünkü burada ışığa hassas silindirik hücreler daha az olduğundan görüntü kaybolur. Aynı şekilde gözümüzün kenarıyla baktığımız şekillerde renkler kaybolur.
Yapılan deneylerde, pembe renge bakan kişilerin rahatladıkları, kırmızı, turuncu ve sarı gibi sıcak renklere bakanlarda tansiyonun yükseldiği, nabzın ve solunumun hızlandığı, terlemenin çoğaldığı, mavi rengin ise tam tersi etki yarattığı belirlenmiştir.
Araştırmalar insanların en çok mavi rengi sevdiklerini, bunu kırmızı ve yeşilin takip ettiğini göstermektedir. Erkeler yeşil, deniz mavisi, turuncu ve koyu mor renkleri tercih ederken, kadınlar firuze yeşili, açık mavi, pembe gibi açık-uçuk renkleri, çocuklar ise mavi, kırmızı, yeşil, sarı ve turuncu gibi canlı renkleri daha çok sevmektedirler.
Bir binada sarı renge boyanmış bir tavan, odayı daha yüksek, sarı renkli duvarlar ise daha geniş gösterir. Kliniklerin sıcak renklere boyanması, beyaz rengin hastalarda yarattığı hüzün duygusunu azaltır. Ayaküstü hazır yiyecek satan dükkanların duvarları iştah açtıran portakal rengine boyanırken yarış arabalarında kırmızı veya turuncu-sarı renkler tercih edilir. Aslında bir renk olmayan, daha doğrusu renksizlik olan siyah da makam araçlarının klasik rengidir.
Kırmızı renk kan rengidir, asırlar boyu tehlikenin ve tahribatın simgesi olmuştur. Trafik ışılarında “dur” sinyali olarak kullanılmasının nedeni de budur. Ameliyathanelerde, bulaşan kan rengini belli etmeyeceği için mantıken kırmızı giysi kullanmaları gerekirken, teskin edici mavi ve yeşil renkler tercih edilir.
Renkler, kendi dilleriyle karşınızdakine, muhattabınıza sizin karakterinizi sizden önce anlatıyor. İşte renklerin yadsınamaz etkisini farkeden batılı şirketler, bunu iş hayatında sıklıkla kullanmaya başlamış ve çok da başarılı olmuşlar.
Hayatımızı şekillendiren, bizi kimi zaman neşeli, kimi zaman da düşünceli yapan renkler ve marifetleri saymakla bitmez. İşte renklerin dünyası, şirketlerin bunu nasıl kullandıkları ve bizle nasıl olnadıkları:
KAHVERENGİ
Kansas Üniversitesi Sanat Müzesi’nde bir araştırma için halının altını elektronik bir sistemle donatmışlar; duvar rengini beyaz ve kahverengi olarak değişebilir yapmışlar. Arka fon beyaz kullanıldığında, insanlar müzede yavaş hareket etmiş, daha uzun süre kalıp, daha fazla alanda dolaşmışlar. Arka fon kahverengiye döndüğünde ise, insanlar müzede çok daha hızlı hareket edip, daha az alan dolaşmış ve müzeyi çok daha kısa sürede terketmişler.
Dikkat ederseniz dünyadaki fast-food restaurantlarının hepsinin sandalyeleri ve masaları kahverengi, duvar boyaları ise kahverengi-şampanya-pembe karışımıdır. Hiçbir fast-foodcunun duvarını beyaz göremezsiniz. Burger King, Kentucky Fried Chicken ve benzer fast-foodlar yıllardır bilinçli olarak tüm duvarlarını baştan aşağıya kahverengi ağaç kaplama yaparlar.
KIRMIZI
Kırmızı, iştah açar. Dünyadaki ünlü gıda firmalarının hepsinin logosunun kırmızı olduğunu hayretle farkedeceksiniz; Coca Cola, Pizza Hut, McDonald’s, Ülker, Burger King. Bu listeyi binlere çıkarabilirsiniz.
Kırmızı tansiyonu yükseltir ve kan akışını hızlandırır. ‘Peki boğalar niye kırmızı renge saldırıyor?’cevabı ise ilginç; maymunların dışında, araştırılan hayvanların hemen hepsi siyah-beyaz görmektedir. Yani boğalar da renk körüdür. Kırmızıya değil, kendilerine sallanan koyu renkli beze saldırırlar.
YEİİL
Yeşil, güven verir. O yüzden bankaların logolarında en çok tercih ettikleri iki renkten biridir. Yatak odası için de rahatlatıcı bir renktir. Batı’da büyük otellerin mutfaklarında duvar renginin, aşçıların yeniliklerini arttırmak için yeşile boyandığı söylenir.
Hastaneler de logo ve iç dizaynlarında yeşili tercih eder. Çünkü rahatlatıcı ve sakinleştiricidir. Tabiatı en çok hatırlatan renktir. Yeşil alanlarda insanların daha az mide ağrısı çektikleri tespit edilmiş. Sakız paketlerinde ve sebze satılan yerlerde de yeşil en çok tercih edilen renktir.
SİYAH
Siyah, gücü ve tutkuyu temsil eder. Hırsın da bir ifadesidir. Bizde ve Batı’da siyah, matemi simgelerken Japonya’da mutluluğun simgesidir. Fonda kullanıldığında karamsarlığı çağrıştırır. Işığı yok eder. Konsantrasyonu en çok getiren renktir. Einstein’in konsantre olabilmek için perdeleri siyah, gün ışığı olmayan bir odaya girip ve bu şekilde düşündüğü söylenir.
MAVİ
Freud, maviyi sakin diye niteler. Faber Birren ise tansiyonu düşürdüğünü söyler. Araplar ise mavi taşların kanın akışını yavaşlattığına inanırlar. Nazar boncuğu o yüzden mavi taşlıdır.
Sakinleştirici bir renktir, Batı’da bu etkisi yüzünden intiharları azaltmak için köprü korkuluklarını maviye boyarlar. Mavi ve özellikle lacivert kozmik bir renk olarak kabul edilir; sonsuzluğu, otoriteyi ve verimliliği çağrıştırır. Uluslararası toplantılarda tüm devlet başkanları lacivert takım elbise giyerler.
Dünyadaki firmaların yarısından fazlası logolarında maviyi kullanırlar. Aynı şekilde Bill Clinton, büyük jüriye ifade vermesinden önce mavi kravat takarak, altın bronz karışımı bir şekil ve rengi kullandığını hatırlayın. Daha çok altını ve parayı çağrıştırır çünkü.
MOR
Mor, nevrotik duyguları açığa çıkardığı, insanları bilinçaltında korkuttuğu tespit edilen bir renk.
PEMBE
Pembe giyenlere, hizmetlerinden dolayı ödeme yaparken kendimizi daha rahat hissettiğimizi tespit etmişler. İngiltere’de Boots ve Marks and Spencer mağazalarında tüm tezgahtarların pembe gömlek giydiği bilinir.
SARI
Sarı, geçiciliğin ve dikkati çekiciliğin ifadesidir. O yüzden tüm dünyada taksiler sarıdır. Dikkat çeksin ve geçici olduğu bilinsin diye.
Araba kiralama firmaları logolarında hep sarıyı kullanırlar. ‘Ürün geçici, lütfen geri getirin’ demek istiyorlar. O yüzden dünyada hiçbir banka ambleminde bildiğimiz sarıyı kullanmaz. (Portakal ve bronz ya da bakır kimi zaman yer alabilir) Paranın geçici değil, kalıcı olmasını isterler. Türkiye’de sarıyı logosunda baskın bir renk olarak kullanan tek banka, devlet bankası Vakıfbank’tır.
BEYAZ
Beyaz, istikrarı, devamlılığı ve temizliği simgeler. Bu yüzden üzerinde fazla şaibeler olanların, beyaz ağırlıklı kıyafetleri seçmelerinde yarar var. Beyaz elbiseler, sizin temiz olduğunuz imajını verir.
Tedavi için gerekli malzeme : Reyhan, tereyağı.
Hazırlanışı : İki tutam reyhan 2 çorba kaşığı tereyağında pişirilir. Soğuduktan sonra beyaz yerlere sürülür.
- Grand Mal :
Saranın ağır şekline grand mal denir. Hasta nöbet gelmeden önce aura denilen bir devre geçirir. Bu sırada da, nöbetin geleceğini anlar. Bu devrede, kulak çınlaması, belirli bir yerde ağrı, titreme vardır. Ne olduğunu anlayamadığı bir koku hisseder. Kısa bir süre sonra da, şuurunu kaybederek yere düşer. Vücudunda kuvvetli çırpınmalar başlar. Kol ve bacakları ritmik bir şekilde kasılıp, gevşer. Ağzı köpürür, dilini ısırabilir, farkında olmadan küçük ve büyük tuvaletini koyabilir. Bir süre sonra da kasılmalar azalır, derin bir soluk alarak sakinleşir ve kendine gelir.
- Petit Mal :
Saranın hafif şeklidir. Bu çeşit saralıda şuur kaybı görülür fakat, kasılma ve gevşemeler görülmez. Hatta bazen çevresindekiler kriz geçirdiğini bile anlamaz. İlkyardım olarak, kriz geçiren hastanın yaralanmasını önleyici tedbirler alınır. Dilini ısırmaması için de temiz bir mendili top yaparak ağzına koymak faydalıdır. Tedavi amacıyla aşağıdaki reçeteler kullanılır.
Tedavi için gerekli malzeme : Üzerlik, su.
Hazırlanışı : Bir kahve kaşığı üzerlik tohumu, havanda dövüldükten sonra az suyla içilir.
Gerçekten de susturucular silahın sesini çok aza indirirler ve de çok basit bir prensibe göre çalışırlar. Bir balon düşünün, bu balonu iğne ile patlattığınızda yüksek bir ses çıkar. Alt tarafı balonun içindeki basınçlı havayı boşaltmışsınızdır. Halbuki balonun ağzını çok az açarak basınçlı havanın yavaşça boşalmasını sağlarsanız, çok az bir ses çıkar.
Bir diğer örnek de şarap şişeleridir. Köpüklü şarap veya şampanya şişelerinin mantarları çıkartıldığında çok yüksek bir ses çıkmasına rağmen, normal bir şarabın mantarı çıkartıldığında az bir ses çıkar. Çünkü şampanya şişesinde mantarın arkasında sıkıştırılmış basınçlı gaz bulunmaktadır.
Her iki örnekte de görüldüğü gibi, kapalı bir yerde sıkıştırılmış bir gaz aniden küçük bir delikten salını verirse, ortaya bir patlama sesi çıkmaktadır. Gazın basıncı fonksiyonel olarak size gerekli olduğu için, bu sesi azaltmanın tek yolu boşalan gazın tek bir delikten değil de, daha büyük bir delikten boşalmasını sağlamaktır. İşte silah susturucularının arkasında yatan temel fikir budur.
Kurşunu silahtan atabilmek için, kurşunun arkasındaki barut ateşlenir. Ateşlenen barut çok yüksek basınçlı ve hacimli bir sıcak gaz ortaya çıkarır. Bu gazın basıncı kurşunu namluya doğru iter.
Kurşun mermiden çıktığında, bir şişenin mantarının çekilip çıkarıldığında oluşan sese benzer bir olay olur. Kurşunun arkasındaki yaklaşık santimetrekarede 200 kilogram olan basınç, şampanyanın mantarının patlatılmasında olduğu gibi, kurşunun mermiyi terk etmesiyle birlikte yüksek bir ses çıkmasına yol açar.
Namlunun ucuna vidalanan ve üzerinde delikler bulunan susturucunun hacmi, namludan 20-30 kat daha fazladır. Kurşunun arkasındaki sıkıştırılmış, basınçlı sıcak gaz anında buraya boşalır ve basıncı yaklaşık santimetrekarede 15 kilograma kadar düşer. Kurşun da namludan çıkarken arkasında şampanya örneğinde olduğu gibi basınçlı gaz olmadığından, normal bir şarap şişesi mantarı çıkarılıyormuş gibi, çok az bir ses çıkarır.
Gerçekten de susturucular silahın sesini çok aza indirirler ve de çok basit bir prensibe göre çalışırlar. Bir balon düşünün, bu balonu iğne ile patlattığınızda yüksek bir ses çıkar. Alt tarafı balonun içindeki basınçlı havayı boşaltmışsınızdır. Halbuki balonun ağzını çok az açarak basınçlı havanın rahatça boşalmasını sağlarsanız, çok az bir ses çıkar.
Bir diğer örnek de şarap şişeleridir. Köpüklü şarap veya şampanya şişelerinin mantarları çıkartıldığında çok yüksek bir ses çıkmasına rağmen, normal bir şarabın mantarı çıkartıldığında az bir ses çıkar. Çünkü şampanya şişesinde mantarın arkasında sıkıştırılmış basınçlı gaz bulunmaktadır.
Her iki örnekte de görüldüğü gibi, kapalı bir yerde sıkıştırılmış bir gaz aniden küçük bir delikten salınıverise, ortaya bir patlama sesi çıkmaktadır. Gazın basıncı fonksiyonel olarak size gerekli olduğu için, bu sesi azaltmanın tek yolu boşalan gazın tek bir delikten değil de, daha büyük bir delikten boşalmasını sağlamaktır. İşte silah susturucularının arkasında yatan temel fikir budur.
Kurşunu silahtan atabilmek için, kurşunun arkasındaki barut ateşlenir. Ateşlenen barut çok yüksek basınçlı ve hacimli bir sıcak gaz ortaya çıkarır. Bu gazın basıncı kurşunu namluya doğru iter.
Kurşun mermiden çıktığında, bir şişenin mantarının çekilip çıkarıldığında oluşan sese benzer bir olay olur. Kurşunun arkasındaki yaklaşık santimetrekarede 200 kilogram olan basınç, şampanyanın mantarının patlatılmasında olduğu gibi, kurşunun mermiyi terk etmesiyle birlikte yüksek bir ses çıkarmasına yol açar.
Namlunun ucuna vidalanan ve üzerinde delikler bulunan susturucunun hacmi, namludan 20 - 30 kat daha fazladır. Kurşunun arasındaki sıkıştırılmış, basınçlı sıcak gaz anında buraya boşalır ve basıncı yaklaşık santimetrekarede 15 kilograma kadar düşer. Kurşun da namludan çıkarken arkasında şampanya örneğinde olduğu gibi basınçlı gaz olmadığından, normal bir şarap şişesi mantarı çıkarılıyormuş gibi, çok az bir ses çıkarır.
Tedavi için gerekli malzeme : Kiraz çöpü, su.
Hazırlanışı : Dört bardak suya 1 avuç kiraz çöpü konur. 15 dakika kaynatıldıktan sonra süzülür. Günde 3 kere birer su bardağı içilir.
tic. ödeme belgesi
Kredi kartı ile satın alınan mal veya hizmet karşılığında bankanın yetki verdiği iş yeri tarafından düzenlenen, satın alanca imzalanan, ödeme taahhüdünü gösteren belge.
Konum: Güneydoğu Avrupa, Adriyatik Denizi kıyısında, Avusturya ile Hırvatistan arasında yer alır.
Coğrafi konumu: 46 00 Kuzey enlemi, 15 00 Doğu boylamı.
Haritadaki konumu: Avrupa.
Yüzölçümü: 20,253 km².
Sınırları: toplam: 1,165 km.
sınır komşuları: Avusturya 330 km, Hırvatistan 501 km, İtalya 232 km, Macaristan 102 km.
Sahil şeridi: 46.6 km.
İklimi: Kıyıda Akdeniz iklimi, plato ve vadilerde kıtasal iklim görülmektedir.
Deniz seviyesinden yüksekliği: en alçak noktası: Adriyatik Denizi 0 m.
en yüksek noktası: Triglav 2,864 m.
Doğal kaynakları: Linyit, kurşun, çinko, cıva, uranyum, gümüş, hidro enerji.
Arazi kullanımı: tarıma uygun topraklar: %12.
daimi ekinler: %3.
Otlaklar: %24 Ormanlık arazi: %54.
Diğer: %7 (1993 verileri).
Sulanan arazi: 20 km² (1993 verileri).
Doğal afetler: Su baskınları ve depremler.
Nüfus Bilgileri
Nüfus: 1,930,132 (Temmuz 2001 verileri).
Nüfus artış oranı: %0.14 (2001 verileri).
Mülteci oranı: 2.11 mülteci/1,000 nüfus (2001 tahmini).
Bebek ölüm oranı: 4.51 ölüm/1,000 doğan bebek (2001 tahmini).
Ortalama hayat süresi: Toplam nüfus: 75.08 yıl.
Erkeklerde: 71.2 yıl.
Kadınlarda: 79.17 yıl (2001 verileri).
Ortalama çocuk sayısı: 1.28 çocuk/1 kadın (2001 tahmini).
HIV/AIDS - hastalıklarına yakalanan yetişkin sayısı: %0.02 (1999 verileri).
HIV/AIDS - hastalığı olan insan sayısı: 200 (1999 verileri).
HIV/AIDS - hastalıklarından ölenlerin sayısı: 100 den küçük (1999 verileri).
Ulus: Slovenyalı.
Nüfusun etnik dağılımı: Slovenyalı %88, Hırvat %3, Sırp %2, Boşnak %1, Yugoslav %0.6, Macar %0.4, diğer %5 (1991).
Din: Roma Katolikleri %68.8, Diğer Katolikler %2, Lutherci %1, Müslüman %1, ateist %4.3, diğer %22.9.
Diller: Slovence %91, Sırpça - Hırvatça %6, diğer %3.
Yönetimi
Ülke adı: Resmi tam adı: Slovenya Cumhuriyeti.
kısa şekli : Slovenya.
Yerel tam adı: Republika Slovenija.
yerel kısa şekli: Slovenija.
Yönetim biçimi: Başkanlık Tipi Cumhuriyet.
Başkent: Ljubljana.
İdari bölümler: 136 belediye ve 11 şehir belediyesi Ajdovscina, Beltinci, Bled, Bohinj, Borovnica, Bovec, Brda, Brezice, Brezovica, Cankova-Tisina, Celje, Cerklje na Gorenjskem, Cerknica, Cerkno, Crensovci, Crna na Koroskem, Crnomelj, Destrnik-Trnovska Vas, Divaca, Dobrepolje, Dobrova-Horjul-Polhov Gradec, Dol pri Ljubljani, Domzale, Dornava, Dravograd, Duplek, Gorenja Vas-Poljane, Gorisnica, Gornja Radgona, Gornji Grad, Gornji Petrovci, Grosuplje, Hodos Salovci, Hrastnik, Hrpelje-Kozina, Idrija, Ig, Ilirska Bistrica, Ivancna Gorica, Izola, Jesenice, Jursinci, Kamnik, Kanal, Kidricevo, Kobarid, Kobilje, Kocevje, Komen, Koper, Kozje, Kranj, Kranjska Gora, Krsko, Kungota, Kuzma, Lasko, Lenart, Lendava, Litija, Ljubljana, Ljubno, Ljutomer, Logatec, Loska Dolina, Loski Potok, Luce, Lukovica, Majsperk, Maribor, Medvode, Menges, Metlika, Mezica, Miren-Kostanjevica, Mislinja, Moravce, Moravske Toplice, Mozirje, Murska Sobota, Muta, Naklo, Nazarje, Nova Gorica, Novo Mesto, Odranci, Ormoz, Osilnica, Pesnica, Pi
dengeleyici
Otomobillerde eğikliği veya yaylanma genliğini azaltmak için şasi ve tekerleklere yerleştirilen düzen.
Konum: Kuzey Afrika, Kızıldeniz kıyısında, Mısır ile Eritre arasında yer alır.
Coğrafi konumu: 15 00 Kuzey enlemi, 30 00 Doğu boylamı.
Haritadaki konumu: Afrika.
Yüzölçümü: 2,505,810 km².
Sınırları: toplam: 7,687 km.
sınır komşuları: Orta Afrika Cumhuriyeti 1,165 km, Cad 1,360 km, Demokratik Kongo Cumhuriyeti 628 km, Mısır 1,273 km, Eritre 605 km, Etiyopya 1,606 km, Kenya 232 km, Libya 383 km, Uganda 435 km.
Sahil şeridi: 853 km.
İklimi: Güneyde tropikal, kuzeyde çöl iklimi görülür.
Arazi yapısı: Genellikle düz ovalar, doğu ve batıda dağlar.
Deniz seviyesinden yüksekliği: en alçak noktası: Kızıldeniz 0 m.
en yüksek noktası: Kinyeti 3,187 m.
Doğal kaynakları: petrol; demir, bakır, krom, çinko, tungsten, mika, gümüş, altın, hidro enerji.
Arazi kullanımı: tarıma uygun topraklar: %5.
daimi ekinler: %0.
Otlaklar: %46.
Ormanlık arazi: %19.
Diğer: %30 (1993 verileri).
Sulanan arazi: 19,460 km² (1993 verileri).
Doğal afetler: Toz fırtınaları.
Nüfus Bilgileri
Nüfus: 36,080,373 (Temmuz 2001 verileri).
Nüfus artış oranı: %2.79 (2001 verileri).
Mülteci oranı: 0.04 mülteci/1,000 nüfus (2001 tahmini).
Bebek ölüm oranı: 68.67 ölüm/1,000 doğan bebek (2001 tahmini).
Ortalama hayat süresi: Toplam nüfus: 56.94 yıl.
Erkeklerde: 55.85 yıl.
Kadınlarda: 58.08 yıl (2001 verileri).
Ortalama çocuk sayısı: 5.35 çocuk/1 kadın (2001 tahmini).
HIV/AIDS - hastalıklarına yakalanan yetişkin sayısı: %0.99 (1999 verileri).
Ulus: Sudanlı.
Nüfusun etnik dağılımı: zenci %52, Arap %39, Beja %6, yabancı %2, diğer %1.
Din: Sünni Müslüman %70, yerel inançlar %25, Hıristiyan %5.
Diller: Arapça (resmi), Nubice, Ta Bedawie, çeşitli Nilotic lehçeleri, Nilo-Hamitic, Sudan dilleri, İngilizce.
Okur yazar oranı: 15 yaş ve üzeri için veriler.
Toplam nüfusta: %46.1.
erkekler: %57.7.
kadınlar: %34.6 (1995 verileri).
Yönetimi
Ülke adı: Resmi tam adı: Sudan Cumhuriyeti.
kısa şekli : Sudan.
Yerel tam adı: Jumhuriyat as-Sudan.
yerel kısa şekli: As-Sudan.
Yönetim biçimi: Parlamenter Cumhuriyet.
Başkent: Hartum.
İdari bölümler: 26 vilayet; A’ali an Nil, Al Bahr al Ahmar, Al Buhayrat, Al Jazirah, Al Khartum, Al Qadarif, Al Wahdah, An Nil al Abyad, An Nil al Azraq, Ash Shamaliyah, Bahr al Jabal, Gharb al Istiwa’iyah, Gharb Bahr al Ghazal, Gharb Darfur, Gharb Kurdufan, Janub Darfur, Janub Kurdufan, Junqali, Kassala, Nahr an Nil, Shamal Bahr al Ghazal, Shamal Darfur, Shamal Kurdufan, Sharq al Istiwa’iyah, Sinnar, Warab.
Bağımsızlık günü: 1 Ocak 1956 (Mısır ve İngiltere’den).
Milli bayram: Bağımsızlık günü, 1 Ocak (1956).
Anayasa: 12 Nisan 1973.
Üye olduğu uluslararası örgüt ve kuruluşlar: ABEDA, ACP (Afrika - Karayip - Pasifik Ülkeleri), AfDB (Afrika Kalkınma Bankası), AFESD (Arap Ülkeleri Ekonomik ve Sosyal Kalkınma Fonu), AL, AMF (Arap Ülkeleri Para Fonu), CAEU (Arap Ülkeleri Ekonomik Anlaşmalar Konseyi), CCC (Gümrük İşbirliği Konseyi), ECA (Birleşmiş Milletler Afrika Ekonomik Komisyonu), FAO (Tarım ve Gıda Örgütü), G-7
Fizik kurallarına göre bir madde ısıtıldığında genişler, genleşir. Soğutulduğunda da büzüşür, yani hacmi azalır. Ancak su bu kurala uymaz, aksine sıfır derecenin altına soğutulduğunda donar ve buz olarak hacmi azalacağına artar. Saf su buza dönüşürken, hacminin yüzde 9’u oranında genişler. Buzda su molekülleri olağanüstü gevşek bir oluşum içinde yer alırlar. Buz, arada deliklerin kaldığı bir yapıya sahiptir.
Bilindiği gibi, bilimsel formülü ‘H2O’ olan su, iki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluşmuştur. Bu iki hidrojen atomu, oksijen atomu ile birleştiklerinde, kendi aralarında 105 derecelik bir açı meydana getirirler. Yapı olarak iki hidrojen atomunu birleştiren başka elementler de vardır ve onlar fizik kurallarına uyarlar. Örneğin aynı yapıdaki ‘H2S’ eksi 83 derecede donar ve eksi 60 derecede gaz haline geçer. Ancak su hidrojen atomlarının dipol bağlantıları nedeni ile sıfır derecede donar, artı 100 derecede gaz haline geçer, donarken de hacmi küçüleceğine büyür.
İşte bu fizik yasalarına aykırı özellik dünyamızdaki yaşamı sağlar. Eğer buz sudan daha yoğun, yani daha ağır olsaydı, suyun içinde dibe batardı. Soğuk bölgelerde denizlerde, göllerde ve nehirlerdeki dibe batan buzlar, güneş ışığı alamayacaklarından eriyemeyeceklerdi. Böylece yıllar süren birikimlerle her tarafı buzlar kaplayacak ve buzullar devri başlayabilecekti.
Ancak buz, yoğunluğunun azlığı nedeni ile suyun üzerinde kalır. Bu durumda buzlar altlarındaki suların donmalarına engel oldukları için dünyamızdaki ani ısı değişikliklerini de önlerler, gece ve gündüz arasındaki ısı farklarını azaltırlar ve yaz günlerindeki güneş ışığı ile kolayca erirler.
Eğer buz sudan daha ağır olmuş olsaydı, gezegenimizdeki tüm su rezervleri donmuş olurdu. Belki de başlangıçtaki buzul devrinde öyleydi de, tabiat ana kendi koyduğu kurallara aykırı olarak, hidrojen atomlarının arasındaki açıya biraz dokundu, buzun suyun üstünde kalmasını sağladı ve dünyamızı bizim için yaşanır hale getirdi.
Fizik kurallarına göre bir madde ısıtıldığında genişler, genleşir. Soğutulduğunda da büzüşür, yani hacmi azalır. Ancak su bu kurala uymaz, aksine sıfır derecenin altına soğutulduğunda donar ve buz olarak hacmi azalacağına artar. Saf su buza dönüşürken, hacminin yüzde 9’u oranında genişler. Buzda su molekülleri olağanüstü gevşek bir oluşum içinde yer alırlar. Buz, arada deliklerin kaldığı bir yapıya sahiptir.
Bilindiği gibi, bilimsel formülü ‘H2O’ olan su, iki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluşmuştur. Bu iki hidrojen atomu, oksijen atomu ile birleştiklerinde, kendi aralarında 105 derecelik bir açı meydana getirirler. Yapı olarak iki hidrojen atomunu birleştiren başka elementler de vardır ve onlar fizik kurallarına uyarlar. Örneğin aynı yapıdaki ‘H2S’ eksi 83 derecede donar ve eksi 60 derecede gaz haline geçer. Ancak su su hidrojen atomlarının dipol bağlantıları nedeni ile sıfır derecede donar, artı 100 derecede gaz haline geçer, donarken de hacmi küçüleceğine büyür.
İşte bu fizik yasalarına aykırı özellik dünyamızdaki yaşamı sağlar. Eğer buz sudan daha yoğun, yani daha ağır olsaydı, suyun içinde dibe batardı. Soğuk bölgelerde denizlerde, göllerde ve nehirlerdeki dibe batan buzlar, güneş ışığı alamayacaklarından eriyemeyeceklerdi. Böylece yıllar süren birikimlerle her tarafı buzlar kaplayacak ve buzullar devri başlayabilecekti.
Ancak buz, yoğunluğunun azlığı nedeni ile suyun üzerinde kalır. Bu durumda buzlar altlarındaki suların donmalarına engel oldukları için dünyamızdaki ani ısı değişikliklerini de önlerler, gece ve gündüz arasındaki ısı farklarını azaltırlar ve yaz günlerindeki güneş ışığı ile kolayca erirler.
Eğer buz sudan daha ağır olmuş olsaydı, gezegenimizdeki tüm su rezervleri donmuş olurdu. Belki de başlangıçtaki buzul devrinde öyleydi de, tabiat ana kendi koyduğu kurallara aykırı olarak, hidrojen atomlarının arasındaki açıya biraz dokundu, buzun suyun üstündekalmasını sağladı ve dünyamızı bizim için yaşanır hale getirdi.
Dış kulağımızın görevi işitmeyi sağlamaktır ama iç kulağımız dengemizden sorumludur. Hareket halinde olduğumuzda, iç kulağımızın içindeki sıvı çalkalanır ve sinir sistemimiz vasıtası ile beynimize sinyal gider. Eğer arabanın içinde bir şey okuyorsanız veya arabanın içinde bir şeye bakıyorsanız, gözlerden beyine hareket halinde olmadığınız sinyali gider ama iç kulaklarınızdan giden sinyal farklıdır. O, vücudunuzdaki sarsıntıdan dolayı hareket halinde olduğunuzu bildirir. Bu iki sinyal arasındaki fark, halk arasında ‘araba tutması’ diye adlandırılan, mide bulandırıcı etkiyi yaratır.
Aslında dalgalı denizde seyreden bir gemideki insanı deniz tutması ne ise hareket halindeki bir arabanın içindeki insanı taşıt tutması da aynı şeydir. Denizdeki hareket tam anlamı ile üç boyutlu olduğundan etkisi daha fazladır. Baş ağrısı, baş dönmesi, nabızdaki artış ve mide bölgesindeki baskı hissi ile kusma ihtiyacı en belirgin özelliklerdir. Bunlara ilaveten deniz tutmasında, bulantıdan önce stres hormonları da salgılanmaya başladıklarından rahatsızlık ve panik hissi iyice kuvvetlenmektedir.
Arabada iken gözlerinizle, bir uzağa, bir yakma bakarsanız, bu taşıt tutma probleminize yardımcı olabilir. Bu nedenledir ki, arabayı kullananlarda taşıt tutması olayı görülmez. Çünkü araba, kullananın kontrolü altındadır. Sürücü arabanın ne zaman duracağını veya hızlanacağını, ne yöne dönüleceğini bilmektedir. Taşıt tutması gençlerde daha çok görülür, çünkü yaşlandıkça ve çok seyahat ettikçe, iç kulağın hareketlere karşı hassasiyeti azalır.
Bir görüşe göre, taşıt tutmasındaki denge bozukluğu, bulanık görme gibi belirtilerde beyine gönderilen sinyaller, zehirlenince beyine yollanan sinyallerle aynı. Bu nedenle de beyin mideye kusma ve içindeki zehiri boşaltma emrini veriyor.
Taşıt tutmasına karşı önerilerimiz şöyle: Kitap okumayın, zihniniz başka şeylerle meşgul olsun. Olay aslında beyinde oluştuğundan, onu başka bir şeyle meşgul edin. Zihinsel veya kelime oyunları oynayın. Mide bozucu şeyler yemeyin, çok gerekirse bunun için üretilmiş ilaçları, kulak arkasına yapıştırılan bantları kullanın.
Çinli doktorlar yüzyıllardır taşıt tutmasına karşı akupunktur tedavisi uyguluyorlar. Bu uygulamadan siyah ve beyaz ırktan insanların yüzde 50-60’ı etkilendiği halde Asyalıların hemen hepsi etkileniyor. Bu farkın da sinir sistemindeki bir genetik temele dayandığı sanılıyor.
Dış kulağımızın görevi işitmeyi sağlamaktır ama iç kulağımız dengemizden sorumludur. Hareket halinde olduğumuzda, iç kulağımızın içindeki sıvı çalkalanır ve sinir sistemimiz vasıtası ile beynimize sinyal gider. Eğer arabanın içinde bir şey okuyorsanız veya arabanın içinde bir şeye bakıyorsanız, gözlerden beyne hareket halinde olmadığınız sinyali gider ama iç kulaklarınızdan giden sinyal farklıdır. O, vücudunuzdaki sarsıntıdan dolayı hareket halinde olduğunuzu bildirir. Bu iki sinyal arasındaki fark, halk arasında “araba tutması” diye adlandırılan, mide bulandırıcı etkiyi yaratır.
Aslında dalgalı denizde seyreden bir gemideki insanı deniz tutması ne ise hareket halindeki bir arabanın içindeki insanı taşıt tutması da aynı şeydir. Denizdeki hareket tam anlamı ile üç boyutlu olduğundan etkisi daha fazladır. Baş ağrısı, baş dönmesi, nabızdaki artış ve mide bölgesindeki baskı hissi ile kusma ihtiyacı en belirgin özelliklerdir. Bunlara ilaveten deniz tutmasında, bulantıdan önce stres hormanları da salgılanmaya başladıklarından rahatsızlık ve panik hissi iyice kuvvetlenmektedir.
Arabada iken gözlerinizle, bir uzağa, bir yakına bakarsanız, bu taşıt tutma probleminize yardımcı olabilir. Bu nedenlerdir ki, arabayı kullananlarda taşıt tutması olayı görülmez. Çünkü araba, kullananın kontrolü altındadır. Sürücü arabanın ne zaman duracağını veya hızlanacağını, ne yöne dönüleceğini bilmektedir. Taşıt tutması gençlerde daha çok görülür, çünkü yaşlandıkça ve çok seyahat ettikçe, iç kulağın hareketlere karşı hassasiyeti azalır.
Bir görüşe göre, taşıt tutmasındaki denge bozukluğu, bulanık görme gibi belirtilerde beyine gönderilen sinyaller, zehirlenince beyine yollanan sinyallerle aynı. Bu nedenle de beyin mideye kusma ve içindeki zehri boşaltma emrini veriyor.
Taşıt tutmasına karşı önerilerimiz şöyle: Kitap okumayın, zihniniz başka şeylerle meşgul olsun. Olay aslında beyinde oluştuğundan, onu başka bir şeyle meşgul edin. Zihinsel veya kelime oyunları oynayın. Mide bozucu şeyler yemeyin, çok gerekirse bunun için üretilmiş ilaçları, kulak arkasına yapıştırılan bantları kullanın.
Çinli doktorlar yüzyıllardır taşıt tutmasına karşı akapuntur tedavisi uyguyorlar. Bu uygulamadan siyah ve beyaz insanların yüzde 50-60’ı etkilendiği halde Asyalıların hemen hepsi etkileniyor. Bu farkın da sinir sistemindeki bir genetik temele dayandığı sanılıyor.
inceltici
Boyaların yoğunluğunu azaltmak, sulandırmak amacıyla kullanılan kimyasal birleşimlerin genel adı.
Mısır, Yunan ve Roma medeniyetlerinde saz ve bambu gibi bitkilerin içi boş saplarından yapılmış kamış kalemler kullanılırken, Ortaçağda kağıdın üretimi ile beraber, kaz, kuğu, karga gibi kuşların kanatlarındaki tüylerin mürekkebe daldırılması şeklinde kullanılan tüy kalemler yaygınlaştı.
Mürekkepli metal kalemler aslında ta Romalılar devrinden beri biliniyordu ama John Mitchell adlı bir İngiliz 1822’de ilk kez makine yapımı çelik ucu imal etti. Dolmakalemler ise sertleştirilmiş yapay kauçuğun elde edilmesinden sonra yapılabildi.
Tükenmez kalem adı ile bilinen bilye uçlu kalemin son yılların bir buluşu olduğu sanılır. Halbuki bu kalemin ilk modeli 1880 yıllarında ortaya çıkmış ama pek rağbet görmemiş, seri üretimine geçilememiştir.
Alakasız gibi gözükse de tükenmez kalemin tekrar gündeme gelmesinde uçakların gelişmesinin etkisi olmuştur. Uçaklar 2-3 bin metreye çıkınca hava basıncı oldukça azalır. Dolmakalemin haznesinde atmosferik basınç altında doldurulan mürekkep dışarıdaki basınç düşük olunca kendiliğinden akıp yazıları da, giysileri de berbat ediyordu.
İkinci Dünya Savaşı’nda Amerikan Hava Kuvvetleri uçuş personeli için havada kullanabilecekleri, mürekkep akıtmayacak bir kaleme ihtiyaç duydu. Bilye uçlu kalem aranan bu özelliklece sahipti. Başlangıçta sadece havacılar tarafından kullanılırken kısa zamanda geniş halk tabakalarına da yayıldı.
Tükenmez kalemlerde mürekkep kağıda, pirinç uçtaki yuvaya yerleştirilmiş olan minik bir bilye aracılığı ile aktarılır. Normal yazı kalemlerinde bu bilyenin çapı l milimetre, daha ince yazılar için 0,7 milimetredir. Bilye mürekkebin yuvadan dışarı çıkmasını önler ama yuvasında döndükçe yüzeyine sıvanan mürekkebi kağıda verir.
Tükenmez kalem mürekkebi, dolma kalem mürekkebinden daha farklı, özel bir kimyasal birleşime sahip olup çabuk kuruyan türdendir. Mürekkep uca sürekli ve düzgün olarak geldiğinden dolgun, temiz ve lekesiz bir yazı yazılmasını sağlar. Genellikle bir tükenmez kalemin 2-3 kilometre boyunda bir çizgi çizmeye yetecek kadar mürekkebi vardır.
Tükenmez kalemdeki bilye uç, kağıt üzerinde dolma kalem ucundan çok daha az bir sürtünmeyle ve çok daha çabuk hareket edebildiğinden yazma hızı büyüktür ancak bilye ucun kağıt üzerine sürekli olarak değmesini sağlamak için kalemi daima kuvvetle bastırmak gerekir, bu nedenle de parmaklar daha fazla ve çabuk yorulurlar.
Bilim insanları geçmiş tecrübelerimizi saklayan hafızamızın beynimizde anı veya öykü şeklinde organize olduğunu ileri sürüyorlar. Bu görüşe göre üç yaşından küçükler bu şekilde iletişim kurma yeteneğine sahip değiller. Hikaye ve anılarını anlatamıyorlar daha doğrusu hikayenin kurgusunu yapıp kişileri yerlerine oturtma yeteneğine ancak üç yaşından sonra sahip olabiliyorlar. Bu nedenle de üç yaşından önce zaman, yer ve karakter kavramlarını anlayamıyorlar.
Üç yaşından küçükler çok düzgün konuşabildikleri, anlayış, seziş ve hafıza yeteneklerine sahip oldukları halde, tüm olanları bir bütün içinde şekillendiremiyorlar, bunu ilerde anlatabilecek bir hikayeye dönüştürüp hafızaya kaydedemiyorlar. Bir başka deyişle hafızamız, hayatta ne yaptığımızı ve ne yapıldığını kavramaya başladığımız 3 - 4 yaşlarında çalışmaya başlıyor ve daha önce olan olayları hatırlamamız mümkün olmuyor.
Kokpitteki sesleri ve uçuş bilgilerini kaydeden her iki kutu da paslanmaz çelikten yapılır. En ve boyları yaklaşık 25’er santimetre, derinlikleri 12-13 santimetredir. Kutuların et kalınlıkları ise 6-7 milimetre kadardır. Kutular ayrıca ısıya ve yangına karşı tedbir olmak üzere plastikle çevrili sıvı köpük ile de donatılmışlardır.
Kutular o kadar sağlamdırlar ki, denize düşmüş bir uçağın kutuları 7 sene sonra çıkarılabilmiş ama buna rağmen kayıtlar sağlıklı olarak dinlenebilmiştir. Başlangıçta kutular kanatların birleşme noktasına yakın bir yere konuluyorlardı. Bu bölge uçağın en ağır kısmı olduğundan düşüş anında bu ağır parçalar kutuların üzerlerine düşerek zarar verebiliyorlardı. Sonraları kutular uçağın kuyruk kısmına konulmaya başlanıldı. Tabii bu, uçağın kuyruk kısmındaki koltuklar insanlar için daha emniyetlidir anlamına gelmez, ancak bu yer karakutuların uçağın enkazından en uzağa düşmesini sağlamaktadır.
Uçak kazalarının nedenleri değişiktir. Havada bir şekilde infilak ederek düşen uçaklarda yolcuların kurtulma olasılığı yoktur. Bu nedenle de uçağın yapıldığı malzeme bu açıdan önemli değildir. Uçak yere bir bütün halinde çarpsa da düşen bir asansörde olduğu gibi yolcular çarpmanın şiddetinden hayatlarını kaybederler.
Uçağın içine sıvı köpük doldurmak elektronik aletleri koruyabilir ama insanların sadece ölüm nedenlerini değiştirir. Uçağın malzemesini karakutu malzemesinden yapmak, parçalanma ve yangından zarar görme tehlikelerini önler ama ne yazık ki bu malzemeden yapılmış bir uçak da uçamaz.
Karakutuların renkleri kara değil turuncudur. Bu rengin tercih edilmesinin sebebi enkaz arasından daha rahat fark edilmeleri içindir.
Uçan balonların doldurma uçları ne kadar iyi bağlanmış olursa olsun, çok az da olsa hava daha doğrusu helyum kaçırırlar. Havadan çok daha hafif helyum gazı ile şişirilen bu balonların ağızlarından kaçırdıklarını eve getirdiğimiz ve tavana yapışıkmış gibi havada duran balonun sabah olunca porsuyup yere inmiş olduğunu görünce anlarız.
Balonun ağzının ideal bir biçimde bağlanmış olduğunu kabul etsek bile havada yükselebileceği mesafe yine de sınırlıdır. Yükseldikçe hava basıncı azaldığından ve balonun iç basıncı dışındakinden daha yüksek kaldığından balon yükseldikçe şişmeye başlar. Sonunda balonun yapıldığı malzemeye, hacmine ve malzemenin kalınlığına bağlı olarak belirli bir yükseklikte patlar.
Küçük uçan balonlar en çok 10 bin metreye, sepetinde insan taşıyan büyük balonlar 30 bin metreye, bilim insanları tarafından içinde ölçüm aletleriyle birlikte yollanan araştırma balonları da 40 bin metreye kadar yükselebilirler.
Balonların belirli yükseklikte dış basıncın azlığına dayanamayıp patlamalarından bazı bilimsel gözlemlerde de faydalanılır. Hava tahmin balonlarına bağlı hava sıcaklığını, basıncını ve nem oranını ölçen aletler vardır. Bu balonlar yaklaşık 30 bin metre yükseklikte patlayacak şekilde yapılmışlardır. Aletler açılan bir paraşütle yere yumuşak iniş yaparlar. Hem üzerlerindeki değerler kaydedilir hem de oldukça pahalı olan bu ölçüm aletlerinin tekrar kullanılabilmeleri sağlanır.
Bu ölçüm aletleri bir tarlanın ortasına, bir ağacın tepesine veya bir vadi yatağına da düşebilirler. Onları bulanların ilgili makamlara götürmeleri artık aletlerin ne olduklarını anlamalarına veya insaflarına kalmıştır.
Bunlara ilave olarak kalp atışı yavaşlar ve beyinde rüya denilen çok ilginç olaylar oluşur. Diğer bir deyişle uyuyan insan çevresinde oluşan şeylerin çoğuna ilgisizdir. Uyuyan bir insan ile komada olan bir hasta arasındaki en önemli fark, uykuda olanın yeterli bir dış müdahale ile uyandırılabilmesidir.
Vahşi doğada yaşayan hayvanlar için bu düzgün ve etrafa ilgisiz, yaklaşık sekiz saatlik uyuma periyodu pek mümkün görünmemekte, bu durumun insanın evrimi süresince oluştuğu sanılmaktadır.
Sürüngenler, kuşlar ve memeliler hepsi uyurlar. Onlar da uykularında kısa süreler için de olsa çevreleri ile ilişkilerini keserler. Bazı balıkların ve kurbağa gibi hem suda, hem de karada yaşayanların da belirli sürelerde aktivitelerini yavaşlattıkları, fakat hiçbir zaman çevre ile ilgilerini kesmedikleri biliniyor. Böceklerin ise uyuyup uyumadıkları bilinmiyor, ancak onların da bazıları gece, bazıları gündüz hareketsiz kalıyor.
Beyin dalgaları üzerine yapılan çalışmalar sonucu, sürüngenlerin rüya görmedikleri, kuşların çok az, memelilerin ise hepsinin uykularında rüya gördükleri saptanmıştır. İlginç olan noktalardan biri şu ki, inekler ayakta uyurken değil de, yatarken rüya görebilmektedirler.
Hayvanların uyku süreçleri de farklıdır. Örneğin insan bir kere ve uzun süre uyurken, köpekler kısa aralıklarla bütün gün uyurlar. Hayvanların bazıları uyku için geceyi tercih ederken, bazıları gündüzü tercih eder.
İnsanların uyku ihtiyacı yaşlandıkça azalır. Yeni doğmuş bir bebeğin uyku ihtiyacı günde 20 saat iken, dört yaşında 12 saate, on sekiz yaşında 10 saate düşer. Yetişkinler uyku için 7-9 saate ihtiyaç duyarlar ama, genelde 6 saat yeterlidir.
• Yatarak uyur.
• Gözleri kapalıdır.
• Çok yüksek bir ses olmadıkça, hiçbir şeyi işitmez.
• Daha yavaş ve ritmik olarak nefes alır.
• Adeleler tamamen gevşemiştir.(Eğer bir koltukta otururken uyumuşsanız, derin uykuda koltuktan düşebilirsiniz.)
• Bir veya iki saatte bir kendi vücudunu elleri ile kontrol eder.
Bunlara ilave olarak kalp atışı yavaşlar ve beyinde rüya denilen çok ilginç olaylar oluşur. Diğer bir deyişle uyuyan insan çevresinde oluşan şeylerin çoğuna ilgisizdir. Uyuyan bir insan ile komada olan bir hasta arasındaki en önemli fark, uykuda olanın yeterli bir dış müdahale ile uyandırılabilmesidir.
Vahşi doğada yaşayan hayvanlar için bu düzgün ve etrafa ilgisiz, yaklaşık sekiz saatlik uyuma periyodu pek mümkün görünmemekte, bu durumun insanın evrimi süresince oluştuğu sanılmaktadır.
Sürüngenler, kuşlar ve memeliler hepsi uyurlar. Onlar da uykularında kısa süreler için de olsa çevreleri ile ilişkilerini keserler. Bazı balıkların ve kurbağa gibi hem suda, hem de karada yaşayanların da belirli sürelerde aktivitelerini yavaşlattıkları, fakat hiçbir zaman çevre ile ilgilerini kesmedikleri biliniyor. Böceklerin ise uyuyup uyumadıkları bilinmiyor, ancak onların da bazıları gece, bazıları gündüz hareketsiz kalıyor.
Beyin dalgaları üzerinde yapılan çalışmalar sonucu, sürüngenlerin rüya görmedikleri, kuşların çok az, memelilerin ise hepsinin uykularında rüya gördükleri saptanmıştır. İlginç olan noktalardan biri şu ki, inekler ayakta uyurken değil de, yatarken rüya görebilmektedirler.
Hayvanların uyku süreçleri de farklıdır. Örneğin insan bir kere ve uzun süre uyurken, köpekler kısa aralıklarla bütün gün uyurlar. Hayvanların bazıları uyku için geceyi tercih ederken, bazıları gündüzü tercih eder.
İnsanların uyku ihtiyacı yaşlandıkça azalır. Yeni doğmuş bir bebeğin uyku ihtiyacı günde 20 saat iken, dört yaşında 12 saate, on sekiz yaşında 10 saate düşer. Yetişkinler uyku için yedi-dokuz saate ihtiyaç duyarlar ama, genelde 6 saat yeterlidir.
Üzerimizdeki atmosfer tabakasının ağırlığının yarattığı bu hayli yüksek basınç altında ezilmeyiz hatta hissetmeyiz bile. Vücudumuz buna göre ayarlanmıştır. Bu basınç biraz artarsa (denize daldığımızda) veya biraz azalırsa (uçakta veya yüksek dağlara çıkıldığı zaman) vücudumuz, kulaklarımız başta olmak üzere bunu hemen algılar.
İşte basıncın, santimetrekareye l kilogram (l 000 gram) olan atmosfer basıncının altına düşmesine vakum denilir. Örneğin santimetrekarede 0,8 kilogramlık (800 gram) bir basınç pratikte atmosfer basıncının ne kadar altında ise o kadar yani l 000-800= 200 milibar vakum olarak ifade edilir.
Vakumda, yani hava basıncı atmosfer basıncından daha düşük olduğunda üzerimizdeki basınç da azalmış yükümüz hafiflemiş olduğuna göre vücudumuz da daha rahat etmez mi? Hayır, tersine. Vücudumuzun iç basıncı atmosfer basıncına göre ayarlıdır. Dışımızdaki basınç düşerse, denge bozulacağından ve iç basıncımız fazla geleceğinden başta damarlarımız olmak üzere tüm organlarımız zarar görebilir, devam etmesi durumunda ise insanı ölüme götürebilir.
Hakiki veya mutlak vakum tam sıfır hava basıncına ulaşmaktır ki, bu pratikte mümkün değildir. Uzayda bile hakiki vakum yoktur. Bir ortamın hakiki yani mutlak vakumda olması için içinde molekül, atom, elektron, ve atomun diğer küçük parçacıklarından hiçbirinin olmaması gerekir. Uzayda ‘neutrinus’ denilen partiküller vardır, bu nedenle uzayda bile hakiki vakum vardır diyemiyoruz. Ancak uzay o kadar büyük, parçacıklar da o kadar küçüktürler ki yüzde 99,9999.... vakumdur diyebiliriz.
Elinize bir şişe alıp havasını boşaltıp, ağzını da sızdırmaz şekilde kapatırsanız şişenin içinde vakum oluşmuştur diyebiliriz. İişenin kapağında bir delik açarsanız dışarıdaki hava derhal içeri hücum eder, içerdeki vakumun yerini alır. O halde dünyamızı çevreleyen hava tabakası niçin uzayın boşluğuna, vakumlu ortamına kaçmıyor?
Örnekteki havanın, şişenin içine dalmasına sebep üzerindeki atmosferik basınçtır. Atmosferde 10 bin metreye çıkıldığında (yolcu uçaklarının normal uçuş yüksekliği) hava basıncı santimetrekarede 0,3 kilograma, 16 bin metrede 0,1 kilograma düşer.
Atmosferin üst katmanlarına gittikçe de hava basıncı sıfıra yaklaşır. Havanın vakumlu ortama kaçmasını yaratacak bir hava basıncı yoktur, bu nedenle uzayın boşluğu hava moleküllerini çekemez, atmosfer tabakamız da uzayın boşluğuna kaçıp gitmez. Tabii dünyanın çekim gücünü de unutmamak lazım.
Verem, üç devrede gelişir. Birinci devrede, hastada genel yorgunluk, iştahsızlık, sırt ağrıları, öksürük, ve 38 dereceye varan ateş görülür.Verem basili bu devrede tüberkül adı verilen iltihaplı bölgeler oluşturur. İkinci devrede hiç bir belirti görülmeyebilir. Fakat basiller bütün vücuda yayılarak deri, eklemler, kemikler, böbrekler, bağırsaklar, karın ve beyin zarına yerleşirler. Bu devrede tedaviye başlanmamışsa, vücudun direnci azalmaya başlar. Üçüncü devrede, varem basilleri kan veya lenf kanalları yoluyla yayılmaya devam eder. Hastada, yorgunluk, balgamlı öksürük, akşamları yükselen hafif ateş, iştahsızlık ve gece terlemeleri görülür. Bu devrede, tedavi edilmezse, diğer akciğer de hastalanabilir. Tedaviye 4 ila 9 ay kadar devam etmek gerekir. Tedavinin ilk şartı temiz ve açık hava, bol gıda ve üzüntüsüz bir hayattır. Aşağıdaki reçeteler tedavi amacıyla kullanılır.
Tedavi için gerekli malzeme : Isırganotu, su.
Hazırlanışı : Dört bardak suya 2 tutam ısırganotu konur. 10 dakika kaynatıldıktan sonra süzülür. Günde 3 kere birer kahve fincanı içilir.
Deniz seviyesinde hava basıncı l atmosferdir. İnsan vücudunun solunum ve dolaşım sistemi bu basınca ayarlıdır. Ancak suyun içinde, derine gittikçe, her 10 metrede basınç l atmosfer daha artar. 30 metre derinlikte su basıncı 3 atmosferdir, yani bu derinlikte vücudumuzun her santimetrekaresine suyun yaptığı basınç, yüzeye oranla üç mislidir.
Hiçbir gereç kullanmadan, 30 metre derinliğe inildiğinde, akciğer kapasitesi dörtte birine düşer, kan basıncı artar, vücut ısısı düştüğünden kalbin atış hızı artar, bilinç bulanıklığı başlar. Bu nedenle yardımcı gereç kullanmadan 30 metrenin altına inmek tehlikelidir.
Ancak tüple dalışın da kendine özgü sorunları vardır. Derinde dış basıncın yüksek olmasından dolayı tüpten solunan havanın içindeki oksijen, azot gibi gazlar, dokulara daha küçülmüş bir hacimle dağılırlar.
Eğer su yüzeyine süratle çıkılırsa, basıncın azalmasıyla bu gazlar da süratle genleşir. Oksijen dokularda kullanıldığından sorun yaratmaz, ama özellikle azot gazı damarlarda süratle genleşerek, damar tıkanıklığı, akciğer yırtılması ve hatta felç gibi önemli vücut hasarlarına yol açar.
Bu şekilde vurgun yiyenler, süratle basınç odalarına alınırlar. Burada tekrar vurgun yediği derinlikteki basınç verilir ve dengeli olarak azaltılır. Bir başka önlem de vurgun yiyeni, aynı derinliğe tekrar indirmektir.
Vurgun yememek için yüzeye yavaş çıkmalı, hatta belirli derinliklerde beklenmelidir. İdeal çıkış hızı dakikada 20 metre olup, pratikte eğitmenler bunu dalgıç adaylarına ‘yüzeye gelen en küçük bir hava kabarcığından daha hızlı çıkma’ şeklinde öğretirler.
Deniz seviyesinde hava basıncı 1 atmosferdir. İnsan vücudunun solunum ve dolaşım sistemi bu basınca ayarlıdır. Ancak suyun içinde, derine gittikçe, her 10 metrede basınç 1 atmosfer daha artar. 30 metre derinliğe inildiğinde, akciğer kapasitesi dörtte birine düşer, kan basıncı artar, vücut ısısı düştüğünden kalbin atış hızı artar, bilinç bulanıklığı başlar. Bu nedenle yardımcı gereç kullanmadan 30 metrenin altına inmek tehlikelidir.
Ancak tüple dalışında kendine özgü sorunları vardır. Derinde dış basıncın yüksek olmasından dolayı tüpten solunan havanın içindeki oksijen, azot gibi gazlar, dokulara daha küçülmüş bir hacimle dağılırlar.
Eğer su yüzeyine süratle çıkılırsa, basıncın azalmasıyla bu gazlar da süratle genleşir. Oksijen dokularda kullanıldığından sorun yaratmaz, ama özellikle azot gazı damarlarda süratle genleşerek, damar tıkanıklığı, akciğer yırtılması ve hatta felç gibi önemli vücut hasarlarına yol açar.
Bu şekilde vurgun yiyenler, süratle basınç odalarına alınırlar. Burada tekrar vurgun yediği derinlikteki basınç verilir ve dengeli olarak azaltılır. Bir başka önlem de vurgun yiyeni, aynı derinliğe tekrar indirmektir.
Vurgun yememek için yüzeye yavaş çıkılmalı, hatta belirli derinliklerde beklenmelidir. İdeal çıkış hızı dakikada 20 metre olup, pratikte eğitmenler bunu dalgıç adaylarına “yüzeye gelen en küçük hava kabarcığından daha hızlı çıkma” şeklinde öğretirler.
Hiçbir şey değişmeyeceğini söyleyenlerin görüşüne göre vücudunuzun bir dikdörtgen olduğunu ve yağmur damlalarının yere dik düştüğünü farz edelim. İster bir yüz metreci gibi hızlı koşun, ister sallanarak yürüyün bir şey fark etmez. Hızınıza bağlı olmadan vücudunuza düşen yağmur tanesi sayısı aynı kalır. Koştukça ön tarafınıza bir saniyede daha çok yağmur tanesi isabet edecektir ama süre kısaldığından toplam sayı ve sonuç değişmeyecektir.
‘Yağmurda yürüyünüz’ diyenler ise koşma durumunda yağmur damlalarının aynı sürede daha çok sayıda birikeceğini ve buharlaşmaları için daha az zaman olduğundan üzerimizin daha ıslak olacağını, aerodinamik tesirleri hesaba katarak, düz yürürken üzerimize düşmeyecek düşey damlaların, koşarsak karşıdan gelecekleri için temas edeceklerini, yürürken başımıza düşen damla sayısının koştuğumuz sırada düşenden fazla olamayacağını ileri sürerek ‘ahmak ıslatan’ diye de tabir edilen hafif yağışlarda yürümeyi öneriyorlar. Tabii burada unutulmaması gereken şey yavaş yürürken bacaklarımızın da çok yağış alacağı.
‘Koşunuz!’ görüşüne göre ise, yağmurda koşmakla yürümek arasında, vücudumuza düşen yağmur tanesi miktarı açısından bir fark olmayabilir ama önemli olan başımıza düşen miktardır. Bu nedenle koşarsak süre kısalır ve başımıza düşen yağmur miktarı azalır.
Yapılan bir deneyde, yağmur karşıdan 45 derece açı ile yağıyorken, bir defter kağıdına aynı mesafe 7 saniyede koşulduğunda 131 damla, 20 saniyede yürünüldüğünde ise 216 damla isabet ettiği saptanmıştır. Buna göre yağmurda yürüyerek gitmek, koşmaya göre neredeyse iki misli ıslanmak anlamına gelmektedir.
Şüphesiz bu Önermeler yapılırken, rüzgarın yönü, üzerimizdeki giysilerin şekli ve cinsi ve en önemlisi kapalı alana ulaşılacak mesafe göz önüne alınmamış ve değerlendirmeler kısa mesafelere göre yapılmıştır. Uzun mesafelerde hiç şansınız yok, koşabildiğiniz kadar koşun ama en doğrusu yağmur geçene kadar kapalı bir yerde oyalanın.
Konum: Güneydoğu Avrupa’da, Adriyatik Denizi kıyısında, Arnavutluk ile Bosna - Hersek arasında yer alır. Coğrafi konumu: 44 00 Kuzey enlemi, 21 00 Doğu boylamı.
Haritadaki konumu: Avrupa.
Yüzölçümü: 102,350 km².
Sınırları: toplam: 2,246 km.
sınır komşuları: Arnavutluk 287 km, Bosna - Hersek 527 km, Bulgaristan 318 km, Hırvatistan (kuzey) 241 km, Hırvatistan (güney) 25 km, Macaristan 151 km, Makedonya 221 km, Romanya 476 km.
Sahil şeridi: 199 km.
İklimi: Kuzeyde kıtasal iklim, orta kısımda kıtasal ve Akdeniz iklimi, güneyde kıyı boyunca Adriyatik iklimi görülür.
Arazi yapısı: Verimli ovalar, kireçtaşı havzaları, dağlar ve tepelikler.
Deniz seviyesinden yüksekliği: en alçak noktası: Adriyatik Denizi 0 m.
en yüksek noktası: Daravica 2,656 m.
Doğal kaynakları: Petrol, gaz, kömür, antimon, bakır, kurşun, çinko, nikel, altın, krom, hidro enerji, işlenebilir topraklar.
Arazi kullanımı: tarıma uygun topraklar: %40.
daimi ekinler: %0.
Otlaklar: %20.7.
Ormanlık arazi: %17.3.
Diğer: %22 (1993 verileri).
Doğal afetler: Yıkıcı depremler.
Nüfus Bilgileri
Nüfus: 10,677,290 (Temmuz 2001 verileri).
Nüfus artış oranı: %-0.27 (2001 verileri).
Mülteci oranı: -4.71 mülteci/1,000 nüfus (2001 tahmini).
Bebek ölüm oranı: 17.42 ölüm/1,000 doğan bebek (2001 tahmini).
Ortalama hayat süresi: Toplam nüfus: 73.5 yıl.
Erkeklerde: 70.57 yıl.
Kadınlarda: 76.67 yıl (2001 verileri).
Ortalama çocuk sayısı: 1.75 çocuk/1 kadın (2001 tahmini).
Ulus: Sırp.
Nüfusun etnik dağılımı: Sırp %62.6, Arnavutluk %16.5, Montenegrin %5, Macar %3.3, diğer %12.6 (1991).
Din: Ortodoks %65, Müslüman %19, Roma Katolikleri %4, Protestan %1, diğer %11.
Diller: Sırp %95, Arnavut %5.
Okur yazar oranı: 15 yaş ve üzeri için veriler.
Toplam nüfusta: %93.
erkekler: %97.2.
kadınlar: %88.9 (1991).
Yönetimi
Ülke adı: Resmi tam adı: Yugoslavya Federal Cumhuriyeti.
kısa şekli : Yugoslavya.
Yerel tam adı: Savezna Republika Jugoslavija.
yerel kısa şekli: Jugoslavija.
Yönetim biçimi: Başkanlık Tipi Cumhuriyet.
Başkent: Belgrad.
Bağımsızlık günü: 27 Nisan 1992.
Milli bayram: Cumhuriyet Günü, 29 Kasım.
Anayasa: 27 Nisan 1992.
Üye olduğu uluslararası örgüt ve kuruluşlar: BIS (Uluslararası İmar Bankası), CE (Avrupa Konseyi), FAO (Tarım ve Gıda Örgütü), G- 9, G-15, G-24, G-77, IAEA (Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı), ICAO (Uluslararası Sivil Havacılık Örgütü), ICC (Milletlerarası Ticaret Odası), ICFTU (Uluslararası Serbest Ticaret Birlikleri Konfederastonu), ICRM (Uluslararası Kızılhaç ve Kızılay Hareketi), IFAD (Uluslararası Tarımsal Kalkınma Fonu), IFRCS (Uluslararası Kızılhaç ve Kızılay Toplulukları Federasyonu), IHO (Uluslararası Hidrografi Örgütü), ILO (Uluslarası Çalışma Örgütü), IMF (Uluslararası Para Fonu), IMO (Uluslararası Denizcilik Örgütü), Inmarsat (Uluslararası Denizcilik Uydu Teşkilatı), Intelsat (Uluslararası Telekomünikasyon ve Uydu Örgütü), IOC (Uluslararası Olimpiyat Komitesi), IOM (Uluslararası Göçmen Teşkilatı), ISO (Ulusl
Bilinen en eski yüzüş şekli kurbağalamadım Az enerji harcanması nedeni ile bu stil suda hayat kurtarmada ve keyif için yüzmede de kullanılır. İki kolun ileri uzatılıp, suyun ellerle iki yandan geri çekilmesi, bu arada bacakların da senkronize hareket etmesi, kurbağaların yüzüşüne benzediğinden bu adı almıştır.
İlk zamanlarda kulaç tamamlandığında, nefes de kol hareketi başlamadan önce alındığı için, bu arada hız da çok azaldığından dura dura yüzülüyormuş gibi görünürdü. Gittikçe gelişen bu stilde şimdilerde nefes kolun geri çekiliş hareketinin tamamlanmasından az önce alınmakta, yüzücüler de duraksamadan yüzmektedirler.
Kelebek stilin kurbağalamadan asıl farkı kol hareketleridir. Kollar ileri hareketlerini suyun üstünden yaparlar. 1933 yılında ABD’de yapılan bir yarışta Henry Myers adlı bir yarışmacı kurbağalama stili ile yüzüşün kurallara uygun olduğu konusunda ısrar etmiş ve sonuçta yarışa kabul edilmiştir.
Sonradan kelebek stili ayrı bir dal olarak yarışmalara alınmıştır. Başlangıçta yüzücüler ayaklarını kurbağalamada olduğu gibi yana hareket ettirirlerken sonra yunusun kuyruğu gibi çırpmağa başlamışlardır. Aslına bakarsanız yunuslama olması gereken bu stilin adı herhalde kelebeklerin uçuşuna benzetildiğinden olacak kelebek (İngilizce’de butterfly) olarak kabul görmüştür.
Sırtüstü yüzüş şekli ise 20. yüzyılın başında gelişmeye başladı. Bunda da başlangıçta kol ve ayak hareketleri kurbağalamaya benziyordu. ABD’li Harry Hebner kravl sitile benzer kol ve ayak hareketlerini geliştirdi ve bu şekilde yüzdüğü ilk yarışta kurallara uymadığı gerekçesiyle diskalifiye edildi. Yapılan itirazlar sonunda kurallarda sırtüstü bulunma dışında bir kısıtlama olmadığı ve bu stilin sırtüstü yüzme hızını daha da geliştirdiği anlaşılarak resmi olarak kabul edildi ve Harry’nin madalyası verildi.
Serbest stil de denilen kravl yüzüşün, yüksek dalgalarla mücadele edebilmek için Güney Pasifik yerlileri tarafından geliştirildiği sanılıyor. Bütün yüzüş şekilleri arasında en hızlısı olan bu stil 1902 yılında Avustralyalılar tarafından Avrupa’ya taşındı. Stil Amerika’ya ulaşınca ayaklar her kulaçta önce 4 kez, sonra 1917 yılında iki kadın tarafından daha da geliştirilerek 6 kez çırpılmaya başlandı ve sürat arttıkça arttı.